23 Şubat 2011

YAZMAK YADA YAZ(A)MAMAK.

Prolog
Hep gezi geyikleri yazacak değilim ya, bir de ağır bir konuya girelim, dimi ama.

Giriş
Düzgün ve anlamlı cümle kurmak meşakkatli bir iş. Konuşurken, böyle bir zorunluluğunuz yok ama yazarken bir virgülü bile atlasanız anlam kayıveriyor. Sizlerde fark ediyor musunuz, ellisine merdiven dayayan herkeste bir kitap yazma çabası var (ohoo! benim daha çok var ellisine). Bir tez okuyorum son günlerde, ölümlülük üzerine. Bu tür yaratımların arkasında ölümlülük duygusunun yattığını savunuyor. Katılıyorum bu görüşe. Ölüp gittikten sonra arkada kalıcı bir şeyler bırakma çabası, firavunlardan, sıradan insanlara kadar herkeste görülebilecek bir durum. 

Gelişme
Of! Çok ciddi oldum değil mi? Ben niye yazıyorum acaba? Aslında blog yazmak gibi bir düşüncem yoktu başlangıçta ama gideceğimi bilen her arkadaşım bu konuda beni gaza getirdi.
Ortaokuldayken, türkçe dersinde zaman zaman bir konu başlığı verilir ve kompozisyon yazmamız istenirdi. Ne kadar zor gelirdi kompozisyon yazmak. Yaza, sile bir hal olurdum. Benim yazı deneyimim, bu kompozisyon ödevleri ile internet ve cep telefonunun icat edilmediği dönemlerde aileme (sekiz yıllık yatılı okul döneminde) ve sevgilim olduğunu zannettiğim bir kıza yazdığım mektuplardan öteye geçmedi hiç.

Bundan önceki, Uzakdoğu yolculuğumda tuttuğum bir seyir defteri vardı ama kim bilir nerede şimdi. Ama size bir şey söyleyeyim mi, keyifli bir işmiş yazmak. Benimkine yazmak denirse tabi. Sadece klişelerden uzak ve sohbet havasında yazmaya çalışıyorum. Sevmiyorum öyle ‘akşam üzeri adaya vardığımda, güneşin kızıllığı gökyüzünü kaplamıştı’ ya da ‘1705’de inşa edilen katedral, varlığını bugüne kadar sürdürmeyi başarsa da bakımsızlığın izleri açıkça görülüyordu’ tarzı yazıları. 

Elbette, hiç bir yazı sizi oraya götürmeyi, o anı yaşatmayı başaramaz. İlla ki kendi görmeli, duymalı, koklamalı, dokunmalı insan. Benimde böyle bir çabam yok açıkçası. Açıkçası, keyif almaya başladım yazmaktan. Kişisel tatmin işte. İnsan merak etmiyorda değil, yazdıklarım okunuyor mu, beğeniliyor mu diye. Mesela, her gün yüz kişi okusa yazdıklarımı ve bunun doksan beşi beğense amma güzel olur : )) 

Sonuç
Şahane yazan insanlar var, bir türlü anlayamıyorum hepimizin bildiği kelimeleri nasıl o şekilde bir araya getirmeyi başarabiliyorlar. Tabi birde o kadar olayı, hikayeyi, karakteri kurgulamak var. Sihirbazlık gibi bir şey resmen. Düşünsenize yazdıklarınızı her kuşaktan milyonlarca insan okuyor. Mesela burada alman bir çocukla tanıştım, Orhan Pamuk hayranı. N’apsam, bende roman yazmaya mı başlasam acaba (şaka, şaka)

Epilog
Yazılarımda düşük cümleler, mebzul miktarda yazım ve imla hatasının olduğunun farkındayım. Kimi zaman yatakhanede sadece bilgisayar ışığında (gözlerde eskisi kadar keskin değil), ya da interneti bulduğum kısıtlı anda hızlıca ve de ingilizce klavyesi olan bilgisayarda yazınca bu kadar oluyor ancak. Surç-i lisan ettiysem affola.

13 Şubat 2011

NİKARAGUA DEVAM

Granada'dan sonra biraz göl havası iyi gelir düşüncesiyle Ometepe adasına gitmeye karar verdik. İyi de yapmışız. Adada altı gün çok keyifli geçti. Ometepe adası, Nikaragua Gölü'nde yer alan kocaman bir ada. İklim her daim mutedil. Doğanın tüm güzellikleri var bu adada. Endemik bitki yapısı, kuşları, şelale ve zirveleri çoğunlukla bulutlarla sarılı iki volkan.

Başı dumanlı volkan

Granada'dan otobüsle Rivas'a gelip bir tekneye biniyorsunuz ve bir saat süren yolculuktan sonra adadasınız. Önce adanın güneyine Santo Domingo'ya kapağı attık. Göl kenarında çok sevimli bir hostelde kalıyoruz.

Kaldığımız mekan

Kaldığım yatakhane biraz dandik ama fiyat harika, geceliği 5 TL. Allahtan konaklama konusunda mızmız değilim. Temiz çarşaf, tuvalet, duş varsa benim için yeterli. Gerçi oda biraz fazla havadar, bir gün kurbağa, diğer gün iguana, yolunu şaşıran benim odaya geliyor ama olsun. Gün batımında biralar açılıyor, sonra akşam yemeği gel keyfim gel. Ertesi gün civarı keşfetmek için biraz yürüyüş yapıyoruz. Yahu burası hakikaten güzel yermiş. Tek sorun, göl tabanı kumlu olduğu için suyun rengi kahverengi. Akdeniz'in masmavi sularına alışık birisi için pek cazip değil tabi. Gerçi, 6 ayı denizin üzerinde geçirdikten sonra pek denize girmeye iştahlı değilim doğal olarak.

Odamdaki misafir

İki gün kaldıktan sonra adanın kuzeyine gidicez ama son gün Tommy hastalandı, kıpırdayacak hali yok. Napalım, anca beraber kanca beraber deyip bir gün daha kalıyoruz aynı mekanda. Ertesi günü adanın kuzeyine, Balgüe'ye geçtik. Kaldığımız Finca Magdelana, kahve ve meyve yetiştirilen dev bir bahçenin içinde, Madera volkanının eteklerinde yer alıyor. Valla tam yaşanacak yer. Öğleden sonraları volkana tırmanıp gelenleri görüyorum, çamur içinde ve bitap düşmüşler. Ya nedir bu insanların derdi, her gördüğü volkana tırmanıyorlar. Volkan dediğin tepesi delik dağ. Hani lav filan olsa anlayacam da tırman tırman nereye kadar. Biz volkana tırmanmak yerine yarım saat mesafedeki doğal havuza yüzmeye gittik. Yeraltı suyu bir havuzda toplandıktan sonra akmaya devam ediyor, siz de içinde yüzüyorsunuz. Öyle soğuk filanda değil, istediğin kadar kalabilirsin havuzda. Bir gün de Santa Cruz'u ziyaret ediyoruz. Ee, bu kadar aktivite yeter, birazda hamakların keyfini çıkartalım dimi ama.

Finca Magdalena'nın bahçesinden bir bukle

Ya bunu anlatmam lazım. Hostelde kalan garip bir adam var, 50 yaşlarında. Pek az konuşuyor, arada kendi kendine gülüyor. Çadırda kalan fransız bir çocuk outdoor malzemelerini dışarı sermiş kurutuyor. Malzemelerin arasında termal battaniye denen bir nevi dev alüminyum folyo var. Bizim abi, birden malzemeyi kapıp, üstüne geçirdi ve ortaya gördüğünüz sürreel manzara çıktı. Yorum sizden artık..

Yorumsuz

Tamam tamam, artık sıra sallanan sandalyeleri açıklamaya geldi. Nikaragua'da gezerken fark ettim ki her evde, iş yerinde, otelde, motelde velhasıl her yerde sallanan sandalyelerden var. Burada insanlar kapıları açık yaşıyorlar, dolayısıyla evin için görüyorsunuz. Oturma odasında ki sokağa bakan oda oluyor bu karşılıklı dizilmiş 5-6 sallanan sandalye var her mekanda. Durum böyle olunca başlıkta kendiliğinden ortaya çıktı tabi. İşte böyle.

Bakın, dediğim gibi işte

Ometepe'de grubumuza aynı hostelde kalan 2 Hollandalı bayan Suzanne ve Jantine'de eklenince altı kişi olduk. Onlar bizim gibi gezgin değil, 3 haftalık tatilleri var, bir hafta Nikaragua 2 hafta Costa Rica yapıp dönecekler. Neyse, burada da 3 gece kaldıktan sonra San Juan del Sur'a gitmek üzere yola çıkıyoruz.

Giderek çoğalıyoruz, bakalım nereye kadar

San Juan del Sur, Costa Rica sınırına çok yakın bir sahil kasabası. Güzel plajları var diye duyduk. Kısa bir yolculuktan sonra hostele yerleşiyoruz. Kasabanın içinde plaj var ama tek plaj bu değil. Minibüslerle civardaki birçok plaja günlük gidip gelebilirsiniz. Burası dalga sörfü içinde çok gelinen bir yer. İlk günü kasabadaki plajda geçirip, ertesi günü 10 km. mesafedeki Coco Plajına gidiyoruz. Plaj harika ama yüzmek herkesin harcı değil. Zira birbiri ardına gelen dalgalarla boğuşmak kondisyon gerektiriyor. Olsun gayet güzel yer allah için. Akşam yorgun argın otele dönüyoruz ve Tommy günlerdir dilimizden düşmeyen ıstakoz ve karidesli rizotto ile hepimizi mest ediyor.

San Juan del Sur

Akşam dışarı çıkıcaz ama herkes yorgunluğu bahane edip odalarına gidince ben tek başıma çıkıyorum. Black Whale barda canlı müzik var. Reggea çalıyorlar. Ben de iki bira süresi kalıp gayet güzel vakit geçiriyorum.
Ertesi gün Hollandalılar Costa Rica'ya devam ediyorlar, bizde başka bir plaja gidicez ama kara kara bulutlar dolaşıyor ortada. Ardından sağanak tabi. Doğal olarak bu günü off günü ilan edip, internet, kitap, yemek yapma gibi gayet faydalı aktivitelerle geçiriyoruz günü. Bugün erken yatmak lazım yarın Costa Rica'ya geçiyoruz, bütün gün yollarda geçecek. Of, bu sınır geçişlerini hiç sevmiyorum ya.

Bir sonraki sayıya kadar esen kalın.

10 Şubat 2011

SALLANAN SANDALYELER ÜLKESİ – NİKARAGUA

Bugün iyi bir haberle başlayayım bloguma. Hani benim Guatemala’da çalınan kredi kartından çekilen 1800 USD vardı ya, Garanti Bankası 1000 USD’yi iade etti. Sıra geldi HSBC’ye. Yok mu bir tanıdık ya. Bak tanıdığı olup ta söylemeyenin.. Neyse, sinirlenmemem lazım, sinirlenmemem lazım. Arada kendimi eğitiyorum bu yolculukta.
 
Dediğim gibi kredi kartlarını kaptığım gibi soluğu Nikaragua sınırında aldım. Vizenin bitmesine 2 gün var, neyse ki sorunsuz giriş yaptım. Aslında sorunsuz sayılmaz, kapıda 12 USD giriş parası ödeyince benim cüzdanda bir sorun oldu tabi. Neyse, girdik ya. Size küçük bir tavsiye, buralarda önceden fiyatta anlaşmadan asla bir şey almayın. Malum, sınır kapıları arasında birkaç kilometre mesafe olduğu için, sizi ve çantanızı bir sınırdan diğerine bisikletle (hani şu rickshawlar var ya Hindistan’da, onlardan işte) taşıma işi bir sektör haline gelmiş. Genelde ücret, 1-2 dolar. Honduras sınırında, gençten bir çocuk yanaştı ve beni sınıra götürebileceğini söyledi. Fiyatı sordum, ‘iş bitince bahşiş verirsin’ dedi. Ben zaten koştura koştura gelmişim hiç üstelemedim ve iki sınırı da geçip otobüse geldim. Önce bir dolar uzattım, ters ters baktı suratıma. Sonra iki dolar verdim, yine o ters bakışlar. Ne kadar vermem gerekiyor ki deyince, 5-10 dolar demesin mi! Tepem atıverdi birden. Bana bak dedim, bize bu paralar havadan mı yağıyor, eşek gibi çalışıyoruz buralara gelmek için. Yine kem küm edince bir dolar daha verip, kendime söylene söylene otobüse bindim. Dediğim gibi, siz siz olun, mutlaka fiyatta başta anlaşın.

Sallanan sandalyeler
Nikaragua’ya girer girmez iyi hissetim yeniden. Nedense Honduras’ta kendimi yolunacak turist olarak görme duygusunu üzerimden atamamıştım. Burada insanlar El Salvador’daki gibi sıcak ve dostane yaklaşıyorlar. Yüzler burada da gülümsüyor. Kim bilir, belki de El Salvador, Nikaragua gibi iç savaşlarla, diktatörlükle uzun yıllar yaşamış bu ülkelerde, en çok hasret kalınan duygu barış ve huzurdur.

Leon

Nikaragua’da ilk durak Leon şehri. Leon, sevimli, kolonyal bir şehir. Sınıra iki saat mesafede olması ayrıca süper tabi. Aslında 3-4 gün kalınabilir ama benim ayın 2’sinde Managua’da olmam gerektiğinden ancak 2 gece kalabildim. Orta Amerikanın en büyük katedrali burada yer alıyor. Katedral büyük ama çok bakımsız. Her şehirde olduğu gibi burada da şehir merkezinde bir park ve katedral var. Şehir, gündüzleri oldukça sıcak. Benim tavsiyem bir gününüzü 45 dk. mesafedeki plaja ayırmanız. Aa, bir de Meydandaki Devrim Müzesi var. Öyle aman aman bir müze değil. Eski sandinist gerillaların rehberlik yaptığı (sadece İspanyolca) bakımsız bir bina. Somoza dönemine ait fotoğraflar ve gazete haberlerinden oluşuyor sergi. Ama oldukça bilgileniyorsunuz gezerken. Mesela, General Augusto Cesar Sandino’nun (Sandinist kelimesi bu zatın isminden geliyor) dönemin (ve de gelecek 35 yılın) iktidar sahibi Somoza tarafından barış görüşmesi bahanesiyle yemeğe davet edilip orada Somoza tarafından öldürüldüğünü biliyor muydunuz? Bilmiyordunuz tabi.. Ne demişler çok okuyan değil, çok gezen bilir : )) Ne kalleş adammış bu Somoza ya. Adam, 1972 depreminde yardım olarak gelen paraları bile hortumlamış. Yav, bu Orta Amerika hikayeleri neden bana hep tanıdık geliyor, anlamadım valla. Hani nasıl derler bir nevi ‘déja vu’ durumu yani.

Leon'da akşam

Yine boyumdan büyük konulara girdim, neyse biz yolculuğa devam edelim. Bu yolculuk kavramı çok felsefik bir boyutta kazanabilir bazen. Cümle içinde kullanmak gerekirse; Bu yolculuk, içe yapılan bir yolculuk aynı zamanda. Nasıl ama havalı dimi.
Leon’da hızlandırılmış bir turdan sonra, ertesi sabah erkenden Managua’ya doğru yola çıktım. Managua sadece 1,5 saat mesafede. Şoför beni Göçmen Ofisinin yakınında indirince pek bi sevindirik oldum. Zira, bu Orta Amerika başkentlerinde şehir içi trafiği tam arap saçı. Tek çare üçkağıtçı taksi şoförlerine boyun eğmekte. Ta, Beliz’’den beri kılım taksi şoförlerine (bkz. Bir Garip Yolculuk Hikayesi) zaten. Neyse, göçmen ofisinin önünde bir buçuk saat bekleyişten sonra 10 USD verip 30 gün uzatma aldım. Oh, benden iyisi yok artık. Hemen güzel bir yerde espresso eşliğinde bir cigara tüttürdüm tabi.

Eskiden ne çok vardı bizde de..
Tegucigalpa’da 3 günlük esaretten sonra büyük şehirde kalmaya hiç niyetim yok. Hemen garaja gidip (taksiyle tabi, parayı kurtardık ya) bir saat mesafedeki Granada’ya gidiyorum. Yola çıkmadan önce bizim İtalyanlardan kaldıkları yerin adresini almıştım. Zahmetsizce hostele yerleşip, makinemi kaptığım gibi şehrin sokaklarında renkler arasında gizemli bir yolculuğa çıkıyorum (ba.. ba.. ba..ba..) Yok ya, ne gizemli yolculuğu, her zamanki gibi önce mideyi doldur, sonra sokakları arşınla, fotoğraf çek, güzel kahve yapan mekan keşfet, sonra duş al, çamaşır yıka, akşam yemeği, akşam geyiği, gece gezmesi derken bir gün daha geçip gidiyor işte. Granada pek keyifli bir şehir. Tek kusuru tüm gezginlerin aynı şeyi düşünüp buraya gelmesi. Bir de buna, Amerika’dan kaçıp buraya yerleşen gringoları ekleyince meydandaki sokaklarda yerli halk azınlıkta kalıyor. Ama siz yine de bu duruma bakıp sadece iki sokağı var gezilecek yanılgısına kapılmayın, gidin birkaç sokak öteye beriye, futbol oynayan gençlerin, sokaklarda oynayan çocukların, sallanan sandalyelerinde keyifli akşam sohbetleri yapan halkın yaşadığı, rengarenk binaların doldurduğu yerleri gezin. İyi oldu ya bu cümle. Ben şimdi yemeğe kaçıyorum, yemekten sonra yumurtlamaya devam edicem canlarım benim.

Beyzbolun Nikaragua versiyonu
 
İki gündür, tembellikten kaldığımız otelde yiyiyoruz, bu akşam 10 dakika mesafedeki comedor’a (ucuz yemek yenilen lokanta) gittik yemeğe. Ne kadar ucuz derseniz, bir bira, bir et yemeği 5 TL. Nikaragua’nın bir güzel yanı da Orta Amerika’daki en ucuz ülke olması. Honduras’ta her yerde söğüşlendikten sonra pek iyi geldi bana.

İşte burası komedor oluyor
 
Tamam, tamam gevezeliği bırakıp devam ediyorum. Akşam yemeği için pek hoş restoranlar var Granada’da ama fiyatlara aldanmayın. Zira fiyatlara yüzde on beş vergi yüzde on servis eklenince şöyle hafiften yutkunuyorsunuz. Bana kalırsa, Shell istasyonunun karşısında Rivas otobüslerinin kalktığı comedorda yiyin derim. Abla harika yemekler yapıyor hemde üç otuz kuruşa. Bu arada Nikaragua’nın en kötü yanı, mutfağı hikaye. Geldim geleli, et, tavuk, makarna ve pilav yemekten dilim damağım kurudu.

Granada'dan manzarayı umumiye
 
Konaklama ve bira oldukça ucuz Granada'da. Yatakhanede bir yatak 8 TL, bira 2 TL. Uzun süre kalmak için ideal. Biz bir gün şehri gezdikten sonra, ertesi gün Masaya’ya (45 dakika mesafede bir kasaba) göle gittik. Ben gider gitmez kendimi göle atıverdim. Karayibler’in göz yakan tuzlu sularından sonra pek hoşuma gitti gölde yüzmek. Sohbet, muhabbet derken acıktık ve öğle yemeği için ortaya karışık mangal söyledik. Toplamda altı kişiyiz (daha önce birkaç kez karşılaştığımız Hollandalı çiftte bize katıldı) ama gelen yemek 2 kişilik. Garsona bir iki söylenince takviye yapayım diye gitti ve elinde yarım porsiyon etle geri geldi. Tamam, turistiz ama bu kadarı da fazla yani. Yemeği yedik ama karnımız aç hala. Duruma isyan edip, lokanta sahibinin ‘polis çağırırım ha’ tehditlerine aldırmadan, hesabı düşürmeyi başardık. Bazen cazgırlık işe yarıyor.

Renkler tartışılır. Niye bizde renk yok hiç, içimiz karardı valla.
Hem Leon’da hem Ometepe’de görülecek güzel volkanlar var(mış) ama benim hiiç işim olmaz. Guatemala’da bir kez tırmandık (bkz. Xela), yeter Orta Amerika için. Granada’da daha kalırdım ama Honduras’ta kaybettiğim zamanı telafi etmek için biraz hızlanmam lazım. Daha burada iki ülke ve ardından Güney Amerika var. Gerçi iki ülke diyorum ama bir ülkede olabilir. Panama vizem yok çünkü. Ne bileyim, Panama’ya gitmem herhalde diye hiç üzerine düşmedim, zamanımda yoktu ayrıca vizeyi beklemeye (uzun sürebiliyor vizenin gelmesi). Ama burada duydum ki güzel bir ülkeymiş. Ayrıca Panama’yı karadan geçemezsem Costa Rika’dan uçmak zorundayım ki bu da bana kapak (500 USD) olur. Sıkıntı bitmiyor ki. Ulen, tatile mi pardon seyahate mi geldik çalışmaya mı? Halbuki, şimdi evde olsam, ohhh! uzat ayaklarını sehpaya, bas kumandaya istediğin kanalı izle, yemek sepetinden istediğin yemeği sipariş et, internetten arkadaşlarınla takıl. Siz iyisiniz orada valla, biz burada koca çantalarla, bu sıcakta oradan oraya göçüp duralım, siz paşalar gibi takılın. Ya zaten bende hiç akıl yok ki, bu yaşa geldik ev, araba almak varken paraları buralarda yiyoruz. Ne diyordum, Panama vizesini alamazsam mıçtım diyordum dimi. Ben de google’dan (yaşa varol Google, sen büyüksün abi ) Panama Fahri Konsolosu Hatice Hanımın elektronik postasını bulup durumumu anlatan bir elektronik posta ( türkçe kullanalım dedik ama çok uzun ya bu e-mailin türkçesi) yolladım. O’da bana cevaben ‘Panama vize rejiminin değiştiğini, eğer geçerli Amerika veya Schengen vizem varsa ve bu ülkelere bir kez giriş yaptıysam sorunsuz girebileceğimi söyledi. Benim, gitmesem de, görmesem de bir Amerika vizem var ama giriş yapmadım hiç. Bu durumda ya risk alıp karadan, zorla girmeye çalışmalıymışım ya da bana verdiği formları doldurup yollamalıymışım. Ben ikincisini yaptım ama şimdiki sorun ben Costa Rika’dan ayrılıncaya kadar vize onayı gelmeyebilirmiş. Napalım, bakıcaz gari bir çaresine.
Şimdi sırada Isla de Ometepe var. Buradan 3 saat gittiniz mi Rivas’a varıyorsunuz. Oradan da 45 dakika tekne yolculuğu, hop Ometepe adasındasınız. Ama benden bu kadar bu akşamlık. Yatakhaneye 2 yeni alaman kız geldi, şimdi onları yalnız bırakmak olmaz dimi. Ulen siz var ya, aklınız fikriniz şeyde. Adadaki gezilecek, görülecek yerleri anlatıcaz herhalde.
Başlığı merak ediyorsunuz dimi? Edin, edin. Amaçta bu zaten. Başlık ilgi çekici olsun ki yazıyı okuyun. Sonra bir bakmışınız ki yazının sonu gelmiş ama ne olduğunu hala öğrenememişsiniz. Ee, bu durumda yeni sayıyı okumanız lazım : ) Yakında görüşmek üzere.

2 Şubat 2011

MUZ CUMHURİYETİ - HONDURAS

Önceki bölümün özeti
Mutlu, pek sevdiği El Salvador’dan buğulu gözlerle ayrılarak Honduras’a geçmektedir. Ancak niye acele etmektedir? Yoksa arkasından kovalayan mı vardır? Ya da Honduras’ta onu bekleyen bir şeyler mi vardır? Neler olmaktadır?

Şimdi gelelim dördüncü nedene. Efendim, zamanın birinde, 4 ülke –Guatemala, El Salvador, Honduras, Nikaragua- kendi aralarında C-4 diye bilinen bir vize birliği oluşturmuşlar. Honduras artık bu listenin dışında. Diyeselermiş, kim ki bu 4 ( artık 3) ülkenin birinden giriş yapar, bu üç ülkede toplam 90 gün kalabilir. Bu durumdan bihaber olan ve Guatemala’ya 6 Kasım’da giriş yapan şahsımın vizesi 3 Şubat’ta dolmaktaymış. Yani Nikaragua’yı 3 Şubat’ta terk etmem gerekiyor. Bunun için de bir an önce oraya gitmekte fayda var. Elbette benim Nikaragua’yı bir haftada terk etmeye niyetim yok. Bu durumda ya Managua’dan bir aylık uzatma alıcam ya da s.ktir et uzatmayı diyip çıkışta her geçen fazla gün için ceza ödiycem. Bakıcaz artık bir hal çaresine.

Bu arada kıssadan hisse çıkartmak gerekirse şöyle bir durumu aktarayım. Aslında, ben Guatemala’dan Meksika’ya geçmiştim hatırlayacağınız üzere. Bu C-4 ülkelerinin dışında bir yerde 72 saat geçirirseniz yeniden 90 gün çalışıyor. Amma velakin, Beliz’den Guatemala’ya geçerken (bkz. Garip Bir Yolculuk Hikayesi) gümrükteki nemrut kadın giriş damgası vurmamış. Ya Beliz’den geldiğimi zannedip ki sadece 12 saat kalmıştım damgalamadı ya da girişte rüşvet niyetine istediği 2 USD yi vermediğim için gıcıklık yaptı. Yorgunluk ve yolculuğun karmaşası içinde ben de damgayı kontrol etmedim. Demek ki neymiş, her giriş-çıkışta damgalar kontrol edile ve birkaç dolar için gümrük memurlarıyla takışılmaya. Anasını satıyım ders al al bitmiyor. Ne zaman öğrenicez bu hayatı..

Neyse, girdik Honduras’a 3 USD karşılığında. Yok, bu sefer bir makbuz verdiler. Bir sınırdan diğer sınır en fazla ne kadardır sizce? Ne kadar olabilir, birkaç kilometre. İyi de birkaç kilometre içinde insanlar bu kadar farklı olabilir mi? Önce bir dolarlık yemeğe 3 dolar ödeyip, arkasından otobüs bileti için pazarlık yapmaya başlayınca anladım ki değişirmiş. Dolayısıyla pek güzel hissiyatla başlamadım Honduras seyahatine. Bir de garip bir tekinsizlik var. Öyle olmayabilir belki ama bunu hissediyorsunuz. Neyse, otobüsle önce La Entrada’ya oradan da Gracias’a gidicez. Burada bir gün kalıp termal havuzda keyif yaptıktan sonra istikamet Copan. Ama otobüs yolda defalarca bozulup, o yokuşları kağnı gibi çıkınca biz Santa Rosa’da havlu atıp Gracias’ı pas geçmeye karar verdik. Bir de şansımıza hava kapalı ve yağışlı. Santa Rosa’da bulabildiğimiz ilk otele kapağı attık. Otel b.ktan ve pahallı. Aa! dışarı çıktık yemek yemeye herşey pahallı. Tabi pahallılık durumu o ülkenin şartlarına göre. Yoksa en pahallı ülke Türkiye, başka büyük yok! Ya, arkadaşlar, hasbel kader imkan oldukça geziyorum. Arada Avrupa’da var. Türkiye gerçekten ve anlamsız bir şekilde pahallı. Hele İstanbul, pahallı filan değil resmen kazık. Dünyanın her yerinden gelen her turist aynı şeyi söylüyor. Birileri bizi çok kötü yoluyor kendi memleketimizde. 

Yemekten sonra bari bira içip rahatlayalım diye bir bara girdik. Biz biraları yudumlarken, hemen yanımızda oturan 2 genç Honduraslı hatun bir iki bir şeyler geveleyip sohbete başladı. Ben sarma sigara içiyorum ya, içinde bir şeyler var mıymış. Yok tabi, ne işim olur benim o kötü şeylerle. Paola ve Tommy biralarını bitirip otele döndüler ben de kemküm sohbet etmeye çalışıyorum. İspanyolca ben de yarım, Hatunlarda bir gariplik var ama çözemedim. Bir tanesi hesabı istedi ama fişi elinde sallayıp duruyor. Bir süre sonra bu anlamsız muhabbet beni bayınca ben biraları ödeyip otele döndüm. Ertesi sabah bizimkilerde müstehzi bir gülüş. - Eee, kaçta döndün otele? - Sizden bir saat sonra, niye ki? - Anlamadın mı, kızlar motor. - Yok ya, bana öğrenciyiz demişlerdi ..Ya ben niye anlayamıyorum hiç? Naiflik de değil bu saftoriklik galiba benimkisi. 

Copan
Ertesi sabah erkenden ayrılıp Copan’a doğru yola çıktık. Niye mi Copan? Kopmaya geldik, hehehe. Iyyy, iğrenç espri oldu. (Tayland’da bir ada var adı Kho Phangan - kopangan diye okunuyor- harbiden de kopuluyor adada) Copan, Meksika ve Guatemala’da örneklerini görmüş olduğumuz gibi önemli bir Maya şehri. Mayaların klasik döneminde (M.S. 250 – 900) önemli bir şehirmiş, Copan. Tikal gibi muhteşem bir mimari barındırmasa da, binaları süsleyen rölyefler, heykeller ve hiyeroglif metinler Copan’ı önemli bir şehir yapmaya yetmiş. Bana sorarsanız, diğer şehirler kadar gösterişli değil ama müzeyi ziyaret ederseniz asıl şaheserleri görebilirsiniz. Bu arada, girişler hiçte ucuz değil. Honduras devleti (ve de halkı) turizmi geliştirmek istiyorsa turistik fırsatçılığı azaltmalı bence.

Yazıtlar piramidi

Copan, sevimli , minik bir şehir. Güzel restoranları, barları var. Öyle güzel güzel takılmak için iyi bir yer yani. Benim için ayrıca önemli bir yer burası. Okuyanlar bilir, hayatta bir hayalimin gerçekleştiği yer Copan. Valla Copan öyle iyi geldi ki, galiba Honduras'la ilgili ilk intibam biraz değişti. Üç gece burada kalıp, sabahın köründe Bay Islands‘ a gitmek üzere yola koyulduk. Az gittik, uz gittik, dere tepe düz gittik, sonra bir de bakmışız ki varmışız San Pedro Sula’ya. Taksiciyle pazarlık, hop rıhtıma. Nananana! Hayatın bir başka acı sürprizi, bacak bacak üzerine atmış, rıhtımda bizi bekliyor. Bizi görünce, hafifçe doğruluyor ve sökülün 23 dolarları diyor. Nasıl ya!, Bir saatlik feribot yolculuğunun 23 dolar olduğu nerede görülmüş. Cozumel'de bile yarı fiyattı. Üstelik tek yön.. Şeytan diyor ki gitme. Gitmede, dünyanın yolunu gelmişsin, rıhtımdan feribotun gidişini izleyip geri dönecek halin yok ya. Seve seve ödedik tabi.

Utila'nın doğru dürüst tek plajı

Bay Islands ya da orijinal adıyla Islas de la Bahia, üç adadan oluşuyor. Roatan, Utila ve Guanaja. Guanaja‘yı geçelim, orası kalın abiler ve ablalar için. Roatan ise Utila’ya göre pahallı. Bu durumda mecburi istikamet Utila. Utila ve Roatan dünyada dalış kurslarının en ucuz yapıldığı yerler (Türkiyedeki üçkağıtçı dalış okullarını saymazsak). Kurs fiyatı (ilk seviye) herşey dahil 250 USD ki genelde bu kurs her yerde 400 USD civarında. Üstelik bu fiyata kurs sonrası 2 dalış ve ücretsiz veya indirimli konaklama da dahil. Bundan iyisi Şam'da kayısı valla. Tecrübeliler için 2 dalış 55 USD (ekipman dahil) paket alırsanız daha ucuz tabi. Ama dalış noktaları öyle aman aman değil. Roatan’daki dalışların daha iyi olduğu söyleniyor. Neyse seçim sizin.

Utila

Utila backpackerların geldiği bir ada. Muhteşem plajlar yok burada. Güzel müzik yapan barlar var. Benim için Utila’daki en büyük sorun, popülasyonun çok genç olması. Nereye giderseniz gidin, hep en yaşlı ben oluyorum. Yoksa biraz geç mi kaldım seyahat etmek için. Olsun benim ruhum genç, Utila’da bir kaç gün dalış, biraz yürüyüş, biraz da tembellik derken 6 günü geçirdim.

Aslında bir an önce Nikaragua’ya geçmem lazım ama bu arada kredi kartlarımın Tegucigalpa’ya gelmesini beklemek zorundayım. Hani benim kartlar Guatemala’da yürütülmüştü ya, dert sadece çalınmaları değil. Bir de İstanbul’da bir adres belirleyip birisinin teslim alması ve bana ulaştırması lazım. Sağ olsunlar, sevgili arkadaşım Bahadır teslim aldı ve diğer sevgili arkadaşım Hakan bana İngiltere’den postaladı. Bir de burada güvenli bir adres lazım tabi. Bende Türkiye’deki Honduras fahri konsolosuna e-mail yollayıp, Honduras’taki Türkiye fahri konsolosunun irtibat bilgilerini rica ettim. Sonra kendisi ile temas kurup durumumu anlattım ve bana iş yeri adresini verdi. Kartlar Honduras’a ulaşınca gidip kendisinden teslim alıcam. Offf! Offf!Çok sıkıntılı işler bunlar. Siz siz olun, cüzdanınızı çaldırın (mecazen canım) ama kredi kartlarınızı asla.

Akşam oldu hüzünlendim ben yine

Utila’dan sonraki durak, Lago de Yojoa yani Yojoa Gölü. Hem biraz değişik yer görelim hem de yolu yarılayalım diye burayı düşündük. Kaldığımız yer D&D Brewery. Robert Dale and his dog’un kısaltması. Robert abi, yıllarca çalışmış, çabalamış kendi birasını (Ataç, bu bölüm sana) yapmayı becermiş. Sonuçta birbirinden güzel 'ale' biralar çıkmış ortaya. Mekan göle yakın ama göl manzaralı değil ve restoranı ucuz sayılmaz ama Robert abinin biraları ve akşamları gitarıyla takıldığı jam sessionlar ile çok iyi geldi valla. Bu arada, La Ceibadan itibaren yol manzaraları kopuyor. Doğa bu ülkeye çok cömert davranmış. Dağlar, ormanlar, kuşlar (400 kuş türü yaşıyor bu ülkede), adalar, nehirler derken muhteşem bir manzara hakim tüm ülkeye. Hele gitmeyi çok isteyip rotama uymadığı daha doğrusu zamanım kalmadığı için gidemediğim Mosquita içimde yer etti valla. Neyse gelecek sefere diyelim artık.

Yojoa Gölünden bir kesit :)
Olsun, burası da çok güzel. İlk gün göle doğru yürüyüş yaptık, ama sular yükseldiği için tamamını görecek bir yer bulamadık. Ertesi gün, odada beraber kaldığımız Tim’de bize katıldı ve kayık kiralayıp gölde gezmeye karar verdik. Önce Tim ve Tommy beraber kullanmaya çalıştılar kayığı. Sadece bulunduğumuz yerde dönmeye başlayınca Tim geçti küreklere, zar zorda olsa biraz ilerleyebildik. Sonrasında Tommy kullanmaya çalıştı ama nafile. Ben de habire bunlara taktik veriyorum bu arada. Sonunda, ‘al sen kullan’ dediler. Benim keyfim yerinde ve biraz eğlenmek istiyorum. Buralarda timsah varmış, kıyıya doğru gidip bakalım deyip, sonra da oradan çıkamayıp (masuscuktan) kalınca apar topar Tim aldı kürekleri. Bu arada bayağı ilerlemişiz, nasıl dönsek filan derken bunlar ben kürekleri tekrar alıp Türk’ün gücünü kanıtladım bu sefer onlara : ))
Tim de fena değil kürek çekmekte

Burada bir parantez açıp başlıktaki Muz Cumhuriyetini açıklayayım siz değerli okurlarıma. Malum bu deyim siyasetçilerimiz tarafından oldukça sevilen bir deyimdir. Hep derler ya 'burası Muz Cumhuriyeti' değil diye. Efendim, 19.yüzyıl sonlarına doğru Amerikalı tüccarlar Honduras'ın muz ticaretini ele geçirirler. Üç büyük firma vardır muz ticaretinde söz sahibi olan; Standart Fruit, United Fruit ve Cuyamel Fruit. 1900'lerin başında Honduras'ın ihracatının yüzde 66'sını muz oluşturmaktadır. Netice olarak, Standart Fruit Liberal Parti ile United Fruit ise Milli parti ile iş birliği yaparak Honduras'ın siyasetini belirlerler. Kıssadan hisse, ülkeyi Amerikalı muz firmaları yönetmektedir.
Onun için bizim siyasetçiler bu deyimi pek severler. Zira bizim ülke Muz Cumhuriyeti değildir çünkü bizde fazla miktarda muz yetişmez : ))

İki günden sonra, onlar Nikaragua’ya gitmek, ben de kartlarımın gelmesini beklemek için Tegucigalpa’ya geldik. Garajda vedalaşıp ayrıldıktan sonra bir taksiye atlayıp otele geldim. Günlerden Cuma. Adamımı aradım, gelen giden bir şey yok. Pazartesiyi beklemekten başka çare kalmadı. Anasını satayım, bir an önce ayrılmam lazım yoksa Nikaragua’ya giremiycem.
Bugün şehirde dolaşırken merkez postanenin önünden geçiyordum ki birden bir ampul çaktı kafamda. İçeri girip durumumu anlattım, binanın hemen arkasında dağıtım merkezi varmış. Hemen daldım içeri, görevli abi sağ olsun çok yardımsever çıktı ama benim posta çıkmadı. Pazartesi yeni posta gelecekmiş. Yapacak bir şey yok, bekliycez artık. 

Tegucigalpa (Tegus) diğer Orta Amerika başkentleri gibi, kaotik, gürültülü ve sıkıcı. Mecbur değilseniz es geçin derim. Ben de şehrin önemli yerlerini gezdikten sonra oturdum bir yandan çektiğim fotoları seçiyorum diğer yandan şu an okuduğunuz satırları yazıyorum odamda. Şehrin tek iyi yanı, 900 metrelik rakımından dolayı ılıman bir iklime sahip olması.

Tegucigalpa

Neyse, Pazartesi sabahı erkenden dağıtım ofisine daldım yine. Yok, yok, yok... İngiltere'den 5 günde gelir denen posta 2 haftadır yok. Kös kös otele döndüm. Napsam acaba, bir gün daha mı beklesem yoksa çekip gitse mi derken kapım çalındı ve resepsiyondaki teyze ‘biraz önce postaneden biri geldi, sanırım seni arıyordu’ dedi. Hemen fırlayıp gittim, zarf abinin masasında duruyor. Ben gittikten sonra bulmuş zarfı. Hangi otelde kaldığımı sormuştu (hemen 2 sokak ileride bir otelde kalıyorum) kalkmış gelmiş beni bulmaya. Vay be hala böyle insanlar var demek ki. Neyse, o kadar sevindim ki (Nasrettin Hoca misali, hani önce eşeğini kaybedip bulunca sevinmesi hikayesi) az kalsın adamı öpecektim. Onun yerine bir bira parası tokalayıp, çantamı toparlayıp Nikaragua’ya doğru yola çıktım.
Sürecek.....