31 Mayıs 2011

YÜKSEK, SOĞUK, YERLİ, UCUZ, TUĞLA, FAKİR, EVO...

Bilin bakalım hangi ülke bu. Bilemediniz dimi. Bolivya olacaktı doğru cevap. Bolivya dağlık memleket, şehirlerin çoğu yüksek irtifalarda kurulmuş. Başkent La Paz, dünyanın en yüksek başkenti (3700 m.) Potosi, dünyanın en yüksek şehirlerinden birisi (4070 m. ) Diğer yerleşimlerde üç binlerden az değil. Böyle olunca n’oluyor? Güneş battığı saniyeden itibaren ortalık buz gibi oluyor. Bolivya’ya gelince kazak, bere ve eldiven almak zorunda kaldım. Allahtan ucuz memleket. Güney Amerika’nın en ucuz ülkesi olur kendileri. Mesela 10 saatlik yolculuk 15 TL, günün menüsü 2 TL, kazak 15 TL (turist fiyatı) gibi. Aynı zamanda kıtanın en fakir ülkesi de Bolivya. 
 
Niye yerli? Kıtadaki yerli nüfusunun en yüksek olduğu ülke de ondan. Diğer ülkelerde İspanyol melezi ve Avrupa asıllı oranları çok daha yüksek Bolivya'ya göre. Bence Güney Amerika'yı kültürel anlamda anlamak için gidilmesi şart iki ülke var. Peru ve Bolivya. Tuğla ne peki derseniz, bu ülkede binaların çoğu tuğladan örülüyor ve öylece kalıyor. Ne sıva ne boya hak getire. Kolonyal dönem yapıları ve yeni modern yapıları saymazsak ülke ‘adobe land’ gibi. Şehirlerdeki tuğlanın yerini köylerde briket ve kerpiç alıyor.
Bir de meşhur Evo var. Hani şu resmi görüşmelere bile desenli kazağı ile giden, Amerika’ya kafa tutan, eski koka yetiştiricisi, ülkenin ilk yerli başkanı Evo Morales. Bizim ülkede parti kursa oyumu veririm kesinlikle.
Ha, bir de Copacabana konusu vardı değil mi? Copacabana bu kıtada bol. Brezilyada, Bolivya'da ve Kolombiya'da de birer Copacabana var. Allah bilir başkada vardır ama ben bilmiyorum. 

Hesapta Cusco’dan direk Copa bileti aldım ve sınırı geçip öğleye doğru Copa’dayım. Elbette böyle olmadı! Sabahın beşinde Puno’ya vardığımızda hadi burada iniyorsun, yedi buçukta başka bir otobüsle devam edeceksin deyince benim uykunun içine edildi tabi. Üstelik ancak öğleden sonra varabildim Copa’ya. Ama dedim ya, bunlar artık beni bozmuyor. Böyleyse böyle. Klasik faaliyetlerden sonra akşam üzeri fotoğraf makinamı alıp meşhur Titicaca gölünün kıyısına gittim. Bu Titicaca gölünün yarısı Peru'da, yarısı Bolivya'da. Dolayısıyla iki ülkeden de seyredebilirsiniz manzarayı. Ben backpacker tavsiyeleri sonucu Bolivya’yı seçtim. Göl manzarası kopuyor. Hele ertesi sabah erkenden uyanınca uçuk manzaraları fotoğraflayarak bir nevi sabah seksi yapmış gibi güne başladım.

Uyanmamın asıl sebebi Isla del Sol yani Güneş adasına gitmek. Bu ada Peru’nun en eski topluluklarından olan Tiwanaka’ların ilk yerleşim yerlerinden. Bu kadar tarih bilgisi yeter. Sabah gölde iki saat yolculuktan sonra adanın güneyine ulaştım. Neymiş efendim, buraya gelinince adanın bir ucundan diğer ucuna yürümek gerekirmiş. Hadi bari öyle olsun diyerek yürüyüşe başladım. Daha 100 metre gittim ki elinde bilet koçanı olan genç bir oğlan durdurdu beni. Efendim, adada tarihi kalıntılar varmış bunları görmek için 10 Bolivyano (1 dolar 7 Bolivyano) ödemek gerekiyormuş. Hadi öyle olsun deyip ödedim. Benden başka 8-10 kişi daha var yürüyen. Güneşin alnında adanın sırt hattında ilerliyoruz. Göl manzarası enfes ama irtifa 4000 olunca yürümek kolay olmuyor.

Neyse oflaya puflaya yolu yarıladım ki, yolun ortasında iki adam yine ellerinde bilet koçanıyla bekliyor. Amigo!, 15 Bolivyano ödeyeceksiniz. Ödedik zaten. O adanın kuzeyi içindi. Güneyinde de tarihi kalıntılar var, bu para onun için. E, onları görmesek de olur. Olmaz yine ödeyeceksiniz. La havle! Al kardeşim 15 Bolivyanonu, zaten güneş tepemde bide sen çıkma başıma. Turizmi fırsatçılık olarak algılayan zihniyetten nefret ediyorum ama ne yazık ki dünyanın bir çok yerinde aynı durum geçerli. Yaklaşık 4 saatlik yürüyüşten sonra adanın güneyine varıyorum. Bir pansiyon bulup yerleşsem, bir de duş oh mis gibi olur diye düşünürken köyün girişinde bir amca 10 Bolivyano demesin mi! Bu durum artık Deli Dumrul hikayesine döndü. Yok amca dedim, yeter artık sıktınız. Allahın adasında yürümek için ikide bir para olur mu? Vermesine verirdim ama ancak yemek ve yatak parasıyla gelmişim adaya. Vermedim neticede. İyi ki de vermemişim param kuruşu kuruşuna yetti valla. Neyse bir pansiyona yerleşip 2 dakika sınırlaması olan duşumu aldıktan (adada su taşıma yoluyla olduğu için mecburen böyle) bahçedeki şezlonga yerleşip cigaramı yakıp güneşin batışını izlemeye koyuldum. Akşam da buranın meşkur balığı olan trucha (ingilizcesi trout, türkçesi ne peki) ızgara yedikten sonra misler gibi uyudum. Ertesi sabah adadan ayrılıp, Copa’dan otobüse binerek La Paz’a doğru yola çıktım.

Otobüs La Paz’a yaklaşırken ortada hiç şehir belirtisi yok. Kerpiç binalar, karanlık caddeler ve yok kenarlarında bir sürü satıcı ile adeta ‘Yoksa ben Ortadoğu’ya mı geldim’ hissi uyandıran bir manzara var.

Yarın görücez bakalım nasıl bir yere gelmişiz. Hemen garaja yakın bir hostelde yer ayırtmıştım. Hostelin adı Adventure & Brew. Adından da anlaşılacağı üzere macera turu sunan ve bir bira imalathanesi (brewery) olan bir hostel burası. Her akşam özel yapım bir bira hediye. Abiler değişik bir olaya girmişler ama bence biralar başarısız. 3 tip bira yapmışlar. Sarı, siyah ve kehribar. Bir kere yeterince gövdeli değil biralar ve hepsi buz gibi sunuluyor. Bedava diye hepsinden içtim ama asıl bira nasıl olur, yakında göreceksiniz!! Yok öyle hemen cevabı vermek. Hayat sürprizlerle dolu. Ben de size bir sürpriz yapayım görün bakalım.
Brew kısmını böylece anladıktan sonra Adventure kısmını da denemeye karar verip ‘Dünyanın En Tehlikeli Yolu’ denen parkurda bisiklet binmeye gittim. Yolun tehlikeli oluşu şöyle. 4000 metreden bir dağın yamacında kıvrıla kıvrıla inen 3 metre genişliğinde stabilize yol düşünün.

Bir zamanlar ulaşım için kullanılan bu yolda freni tutmayan ya da virajı alamayan araçlar 300-500 metrelik bir uçuşla vadiye gömülüyormuş. Arada uçan bisikletlilerde olmuş. Yeni yol yapıldıktan sonra bu yol tamamen bisikletçilere kalmış (ara sıra geçen araçları saymazsak). İşte tur bu yolda yapılıyor. 30 km. lik yol tamamen iniş. Bu da hız demek. Eğer virajı alamazsanız bayyy.
Neyse ki bisikletler teknolojik. Frenler hidrolik ve kask, dizlik, dirseklik ve tulum mecburi. Başta ve sonda birer rehber var ve tur öncesi sıkı bir brifing veriliyor. Robocop gibi kuşandıktan sonra tura başladık. Yol sakat olsa da bisiklet turunun en güzel şekli bu, yokuş aşağı olması : ) Yolun büyük bir kısmını sapasağlam atlattıktan sonra rehberimiz son 5 kilometrenin artık tehlikeli olmadığını söyledi. Herkes tulumları çıkardı ve turun son kilometrelerinin keyfini çıkarıyor. Ben de tam manzarayı seyrederek derin düşüncelere dalmıştım ki, başımda birileri ‘İyimisin’ diye soruyor. N’olduki şimdi bu insanlar başımdalar. Aa! Ben niye yerdeyim ya? Ne zaman düştüm ki ben ve de nasıl? İyiyim iyiy’m diyerek kalktım yerden. Sadece hafif bir ağrı var kalçamda ve sırtımda. Muhtemel sıyrık, çizikte vardır ama olu o kadar deyip bis’klete bindim tekrar. Dikkatlice ilerliyorum ama bir gariplik var. Ben neredeyim? Neden bu insanlarla beraberim? Yoksa bunlar Türkiye’ye gelmiş yabancılar mı? Yok ya ben sanırım başka bir yerdeyim? İyi de nerede ve niye? Bir dakika ben İstanbul, Türkiye'de yaşıyorum ve adım Mutlu Günay. Başka? Başka bir şey yok valla. Bir sonraki molada ‘pardon biz nerdeyiz’ diye sorunca herkes bir garip baktı bana. La Paz’dayız. La Paz? Bolivya La Paz. Burada ne yapıyoruz? Bisiklet turu. Nerde kaldığını hatırlıyor musun? Yoo! Kızın biri ‘sabah beraber geldik ya. Aynı oteldeydik, beni hatırlamıyor musun? Bu kadar güzel bir kızı bile hatırlamadığıma göre benim hafıza gerçekten uçmuş : ) Rehber sen kalan kısmı araçla gel diyor. İtiraz etmeden biniyorum minibüse. Bu bilmeceyi çözmem lazım. La Paz, Bolivya, Güney Amerika, Orta Amerika derken 20 dakika sonra hatırlıyorum her şeyi yeniden. Düşüş anı ve de öncesi hariç. O hala yok. Çok acayip bir şeymiş bu hafıza kaybı ya! Birden herşey sıfırlanıyor.Turu tamamlayıp otelde duş aldıktan sonra aynada sırıtma bakıyorum ki, sol taraf yukarıdan aşağı yara bere içinde. Artık benim façam var dünyanın en tehlikeli yolunda pisiklet binerkene : )

Yorgunluk, ağrı derken erkenden yatıyorum ve sabah kalktığımda çok daha iyiyim. Kahvaltıdan sonra bakalim ne menem bir yermiş bu La Paz diyerek şehir turuna çıkıyorum. Pekte matah bir yer değilmiş vesselam. Dağların çevrelediği, tuğla binaların dağların yamaçlarını doldurduğu, trafiğin arap saçı olduğu, güneş gitti mi buz gibi olan, tıkış tıkış bir şehir La Paz.

Ancak La Paz’a yolunuz düşerse minik ama çok bilgilendirici ‘Koka Müzesini’ gezmenizi tavsiye ederim. Koka bitkisi, faydaları say say bitmez bir bitki. Aşırı eforlu işlerde çalışanlar, mesela maden işçileri dayanılıklarını korumak için devamlı koka çiğniyorlar. Buraya gelen herkes gibi ben de denedim elbet. Kokain, koka bitkisinden elde edilen bir alkoloid. Konumuzla alakası yok tabi. Ama ilginç bir bilgi, 1894 yılına kadar Coca Cola’da kokain kullanıldığını biliyor muydunuz? Coca Cola ismi de kokadan geliyor. Halen, coca colada koka bitkisi kullanılıyor ama sadece aromatik olarak. Amerika’da koka bitkisini işleyerek ilaç yapımında kullanan firmanın sahibi Coca Cola. Bolivya, Kolombiya ve Peru’dan sonra koka bitkisini yetiştiren üçüncü ülke olmasına rağmen koka işleme hakkına sahip değil. Buna rağmen Amerikan Uyuşturucu Dairesi Bolivya’ya yerleşmiş ve koka ekim alanlarını denetlemeye çalışıyor. Evo Morales’in en başarılı hareketi bunların kıçına tekmeyi vurmak olmuş. Evo’nun meşhur sloganı, ‘Yes koka, no kokain’ tarihe geçecek bir slogan olmuş.
La Paz’ı bu kadar görmek yeter deyip gece otobüsüne atlayıp Sucre’ye doğru yola çıkıyorum. Sucre Bolivya’nın ikinci büyük şehri olmasına rağmen hani türkçede nasıl denir oldukça mellow bir şehir. La Paz ‘de facto’ olarak başkent ama ülkenin anayasal başkenti Sucre.

Bir aile pansiyonuna yerleşiyorum. Burayı adından dolayı seçtim. Wasi Masi. Anlamını bilmiyorum ama kulağa hoş geliyor. Hele de 7 dolara duşu tuvaleti olan bir oda bulunca tamam diyorum burası benim yerim. Otobüste tanıştığım Alman oğlan Thorsten’le kahvaltı yaptıktan sonra hostele dönüyorum. Bahçede, elinden sigara eksilmeyen, yüzünde bir düzineden fazla piercingi olan, saçlar üç numara kesilmiş ve çok konuşan genç bir oğlan var. Tam benim adamım. Adı Hamish, Kiwi yani Avustralyalı, 25 yaşında bir oğlan. Anlatıyorda anlatıyor. Alkolikmiş ama 18 aydır ağzına sürmüyormuş. Aynı zamanda junkie yani uyuşturucu bağımlısı. Alkolü bırakınca uyuşturucu durumunu abartmış. Aman diyorum, dikkatli ol, Bolivya’da hapiste bir gün bile geçirmek istemezsin diyorum. 3 gün geçirdim diyor ve anlatmaya başlıyor. Kusura bakmayın, hikaye çok uzun burada anlatmaya kalksam sayfalar tutar. İşin özü, uyuşturucu peşinde yanlış yerde, yanlış insanlarla bulunduğu için nezarette 3 gün geçiriyor. Çıktıktan sonrada soluğu Sucre’de bu pansiyonda alıp, uyuşturucusuz bir döneme geçiyor. Gerçi alkol ve uyuşturucunun yerini çenesi ve sigara almış. Devamlı konuşuyor ve sigara içiyor. Eli kolu durmuyor yerinde. Tam filmlerdeki junkie karakteri. Ama çok sevimli oğlan. Saatlerce konuşuyoruz hayat memat meselelerinden. Baba sevgisi hiç bilmemiş. Anne-baba boşandıktan sonra 15 yaşında alkole başlamış ve arkası gelmiş. Gece beraber dışarı çıkıcaz. Bir gece önce hoş bir Bolivya’lı kızla tanışmış, O da gelecekmiş. Thorsten’i de alıp çıkıyoruz. Barın adı Joy Ride. Sucre’ye giderseniz kaçırmayın. Müzik iyi, ortam hoş, içki ucuz. Bizim oğlan gerçekten de içmiyor. Sadece dün tanıştığı kıza ve onun kız arkadaşlarına içki taşıyor bütün gece. E, kolay değil tabi hatun götürmek : ) Ama işe yarıyor, gayet samimi pozlar sergiliyorlar dans ederken. Ben klasik üçüncü biradan sonra sarhoş olup dans etmeye başlıyorum. Thorsten ise yılmak yorulmak bilmeden bardaki her hatuna sırayla sarkıyor. Gece ikide benim pil bitince pansiyona dönüyorum. Ertesi günü ikisininde uyanmasını merakla bekliyorum. Öğlen uyanıyorlar ama yalnız ikisi de! Bütün çabalar boşa gitmiş. Gençler, olur böyle şeyler demek istiyorum ama vazgeçiyorum. Adamların yarasına kül basmaya gerek yok : ) Öğleden sonra pansiyonun sahibi mangal yapıyor bahçede. Herkes dünü unutup mangal olayına giriyor.
 
Ertesi günü, gitme zamanım geldiğine karar vererek dünyanın en yüksek şehirlerinden birisi olan (4070 m) Potosi’ye doğru yola çıkıyorum. Potosi küçük bir şehir. Aynı zamanda soğuk. Mesela güneşe doğru solunuzu vererek durduysanız solunuz sıcak sağınız soğuk oluyor. Potosi’nin inişli çıkışlı yollarında yürürken asla acele etmemeniz lazım yoksa tıknefes oluyorsunuz. Şehirde gezinirken gözüm bir kuaförün camına takılıyor. Saçlar aslan yelesi gibi olmuş. İçeri giriyorum, berber abla bir teyzenin saçını kesiyor. Gir, gir diyor. Şimdi bitiyor. Latin Amerika’da bayan berber olayı çok yaygın. Kuaför salonları genelde uniseks. Bekliyorum. Abla 15 dakikada saçları kesiyor. Ederi 3 TL. Üstelik İstanbul'da dünya para verdiğim birçok berberden daha iyi kesiyor. Seviyorum ya ben buraları..
Ertesi günü, uzatmadan Uyuni’’ye doğru yola çıkıyorum. Bu arada benim dönüş tarihi belli oldu. Buenos Aires’ten 15 Haziranda uçuyorum. Artık yumurta kapıya dayandı. Artık şurada 3 gün kalıp kendime geleyim durumları yok. Zaman az ve gidilecek bir sürü yer var.
Hesapta Bolivya’da Amazon’a gidecektim ama olmadı. Rurrenabaque denen bir şehir var, oradan gidiliyor Amazon’a. Ya La Paz’dan 22 saat otobüs yolculuğu yapacaksınız ya da uçakla gideceksiniz. 22 saat otobüs yolculuğu yemediği için uçakla gitmek istedim ama yer olmadığından 2 gün La Paz’da beklemem gerekiyor. Ertesi gün tura çık, 3 gün tur yap, ertesi gün dön ve akşam yola çık derken 3 günlük tur bana bir haftaya mal oluyor. Vazgeçtim mecburen. Ama aha şuraya yazıyorum, benim elim en kısa zamanda tekrar Güney Amerika’ya gelir ve yapamadıklarımı bu sefer yaparım. Yapmazsam bana da Mutlu demeyin. Ne bileyim, Selami deyin. Lafı nereye getirecektim ben? Hah, Amazon’u yapamayınca bari meşhur Salar Uyuni turunu yapayım deyip Uyuni’ye geldim. Salar tuzla demek. Uyuni’de dünyanın en yüksek ve en büyük tuzlası var. 4x4 jeep’e 5 kişi binip, 2 gece 3 gün bölgeyi geziyorsunuz. 3 günün üç günüde tuzla gezisi değil elbette. İlk gün tuzlayı gezdikten sonra, dağ taş dolaşıp, lagün, volkan, dağ, ova ne varsa geziyorsunuz. Tuzla ve dağ manzaraları müthişti. Gezide 3 Kanadalı ve bir İngiliz kız ile İngiliz bir oğlan var. Akşam oldu mu bir soğuk oluyor ki, çantada ne varsa üst üste giyiyorsunuz. Kaldığımız yerler öyle hostel filan değil. Orada yaşayanların avlusunda bir odaya konmuş yataklar ve akar suyu olmayan tuvaletler var. Bizi gezdiren şoför aynı zamanda yemekleri yapıyor. Akşam olunca yapacak bir şey, gidecek bir yer olmadığı için biz ‘asshole’ denen bir iskambil oyununa takıldık. Bayağı eğlenceliymiş. Gerçi kim asshole diye sorulunca benim demek biraz garip oluyor ama olsun. Turun bittiği akşam saat 10 da trene binip bir sınır kasabası olan Tupiza’ya doğru yola çıkıyorum. Tren yolculuğunu özlemişim valla. Tren sarsıla sarsıla ilerlerken ben de çok keyifli bir uykuya dalıyorum. Sabahın dördünde Tupiza’dayım. İnternetten rezerve ettiğim (normalde rezervasyon yapmıyorum ama böyle abuk bir saate varacaksam bir yere yapıyorum) otelin kapısında zile basıp bekliyorum. 20 dakika bekleyip, birkaç deneme yaptıktan sonra kendime kuytu bir yer bulmak için ayrılırken, bir gözü kapalı bir abi kapıyı açıyor ben de o soğukta sokakta kalmaktan kurtulup hemen battaniyenin altında kıvrılıp uyuyorum. Tupiza sakin mi sakin bir mekan. Ben kendimi çok güvende ve rahat hissettim Tupiza’da. Hani öyle ki cüzdanını yolda düşürsen birisi arkandan koşup sana verecekmiş gibi. Tupiza’nın etrafı yürüyüş ve atla gezinti için ideal. Ben at binmeyi çok seviyorum daha doğrusu atları çok seviyorum. Burasıda hazır ucuzken yarım günlük at turuna çıkıyorum. Benim at sakin ama ara ara kafasına göre galopa çıkıyor. Tura gelen diğerleri de bunu benim marifetim sanıp ‘ne kadar zamandır ata biniyorsun’ diye soruyorlar. Gerçi 3-5 binmişliğim var ama bir şey sayılmaz. Fakat bir gün atım olacak. Aha, buraya yazıyorum. Yoksa bana Mutlu demeyin, Abidin deyin.
Tupiza’dan ayrılmak günü gelmişse bu zamandan, Bolivya sınırına giden bir tren kalkar bu gardan diyerek bir saat gecikmeli trenime binerek sınıra varıyorum. Arjantin sınırına geldiğimde, görevli memur biraz sohbet ettikten sonra ‘görüşürüz’ diyerek 3 aylık damgayı basıyor. Allah allah, nasıl bir ülkeye geldim ben? Sonra anlıyorum nasıl bir ülkeye geldiğimi. Anlatıcam, anlatıcam ama bunun için bir sonraki yazımı beklemeniz gerekiyor kuzucuklarım.

16 Mayıs 2011

İLLE DE MAÇU PİÇU (MU)..

Huachacina’dan sonra sırada Arequipa var. Peki Arequipa’da ne var? Dünyanın en derin kanyonu olan Colca Kanyonu var. Peki kanyonda ne var: Elinin körü var. Yetmez mi işte, kanyon işte, dağ, taş gezeceksiniz. Yani ben gezeceğim diyerek 10 saatlik gece yolculuğunun sonrasında erkenden hostele geldim. Sağ olsunlar hemen kahvaltı ikram ettiler ben de üstüne kahvemi içerken ‘Aa! Bu evvelsi gün turda yanımda oturan Lisa değil mi? Daha geçen akşam tur rehberi ile el ele geziyordu, bugünde buradaki oğlanla haşna fişne. Halbuki ne kadar sessiz ve kendi halinde gibi görünüyordu’. Bu işler hiç belli olmuyor arkadaşlar.

Neyse biz kendi işimize bakalım öyle değil mi: Öğleye kadar dinlenip, öğleden sonra şehir turunu yaptım. Tur esnasında gezme fırsatını bulduğum Santa Katalina manastırı gerçekten etkileyiciydi benim için. Normalde bir saatte gezilen manastır benim için 2 saatlik bir tur ve onlarca fotoğrafa dönüştü. Yapıldığı dönemde 400 rahibeyi barındıran mekanda halen 20 rahibe yaşamaya devam ediyor.



Yaşayan rahibeler

Akşam yemeği için meşhur Lonely Planet’e göz gezdirirken El Turco diye bir restorana rast gelmeyeyim mi. Kitapta oldukça iyi bahsedilmiş.. Yaşasın! Bu gece türk gecesi olacak. Baklava bile olduğuna göre rakı da vardır belki. Acıkmayı beklemeden fırladım dışarı. Yolda yiyeceğim yemekleri düşünürken bile ağzım sulandı (Mücver ailesi, hazırlıklı olun yakında dönüyorum)

Mücver Ev Yemekleri Lokantası leziz ve nefis yemekleri ile Türkgücü Caddesinde hemen köşede (Firuzağa kahvesi arkası) hizmetinizdedir. Mücver Lokantası. Yiyin, yidirin..
     Bu bir reklamdır.... Bu bir reklamdır.... Bu bir reklamdır... Bu bir reklamdır... Bu bir reklamdır...

Hele menüyü görünce ağzımın sulanması bir hezeyana ve titremeye dönüştü. Neler yok ki menüde. Döner, patlıcanlı Urfa, Adana, dolma, cacık öyle uzayıp gidiyor liste. Hemen patlıcanlı Urfa ve Cacık ısmarladım önden. Gerisine sonra karar veririm. Yaşasın geliyor yemekler. O da ne! Patlıcanlı Urfa diye gelen yemek basbayağı soslu baharatlı sulu köfte. Ya cacık? Cacık içler acısı. Hani şu kahvaltıda kullanılan yoğurda benze bir yoğurt dana gibi doğranmış bir dolu salatalıkla karıştırılmış ve üstüne de tuz basılmış, abuk subuk bir şey. Sevincim kursağımda kala kala zorla yedim yemekleri. Ucuzda değil hani. Adi herif, Türk lokantası diye abuk subuk bir yer açmış ama bir şekilde insanları kandırmayı başarıp bir mekan sahibi olmuş bu yetmemiş kardeşi de karşısında İstanbul diye kafe-bar açmış. 

Yemeğin sonuna doğru, döner ekmeği elinde, 30 yaşlarında, iri yarı, sarhoşluktan konuştuğu anlaşılmayan Perulu bir abi sandalyeyi işaret ederek oturmak için izin istedi. Ben de aynı sandalyeyi işaret edip başımı sallayarak isteğini onayladım. İşte ne olduysa bundan sonra oldu arkadaşlar. Devamı az sonra.

Az sonra. Abi hemen klasik sorulara başladı. Nerden gelirsin, nereye gidersin, ne iş yaparsın filan filan. Bunlara Türkiye’denim deyince önce ‘Haa! Türkiya’ diyorlar arkasından gözlerde bir soru işareti oluşuyor. Ulan bu Türkiya neresiydi, ya? Anlatıyoruz tabi her seferinde. Bir tek futbolla ilgilenenler hemen sayıyor takımları, Fenerbahçe, Galatasaray, Beşiktaş diye. Neyse abi de maden mühendisiymiş, Haziranda kız arkadaşından çocuğu olacakmış (evlenmeden oluyor buralarda) ama ailesi bunu istemiyormuş ama bu yanlış bir şey yapmamışmış. Sen onu külahıma anlat. Neyse ben hesabı istedim, bu hemen atladı ben ödiycem diye. Ya yok, ben öderim kardeşim yediğimi deyince, bir bozuldu, bir bozuldu çok kabalık yapmış gibi hissettim. Peki o halde ısmarla bi espressocuk bakalım diyerek gönlünü aldım. Abinin konuşma dozunda hiç azalma yok.Tabi bu arada, anlattıklarının yarısından çoğunu anlamıyorum. Si, si, claro filan diyip bir yandan başımla onaylayıp anlamış gibi yapıyorum. Belli ki birileriyle konuşmaya ihtiyacı var kardeşin. Hadi, sigara içmeye çıkıyorum ben diyip yırtmaya çalışınca bu da benle beraber çıkıyor ve sana bir içki ısmarlayayım diyerek benimle yürüyor. İçelim bari. 

Bir iki yere alınmıyoruz abinin sarhoşluğundan. Sonra boş bir bar bulup dalıyoruz. Boş dedimse 7-8 kişi var yine de. Adı Alberto bu arada abibin. Alberto kendisine viski söyledi ben de Pisco Sour. Pisco, Peru’nun milli içkisi. İtalyanların Grappa benzeri üzümden yapılan sert bir içki. Pisco Sour ise bu içkinin, limon suyu, şeker ve yumurta beyazı karıştırılmış hali. Viva Pisco Sour! 

Roberto anlattıkça anlatmaya ben de si, ah! si (öyle mi) deyip kafamı sallamaya devam ediyorum. Yalnız anlattıkça Roberto’nun kıza abuk bir şeyler yaptığını anlamaya başlıyorum. Sanırım bu hıyar kıza şiddet kullanmış. Biraz üstüne gidince gardı düşüyor ve pişmanlık ifadesi yüzünü kaplıyor. Yeni içkiler geliyor. Roberta duygusallaşıyor. Benim çenem açılmaya başlıyor ki bir açılmaya görsün. Ortam kalabalıklaşıyor. Müziğin sesi artıyor. Roberta hala anlatmaya devam ediyor. Roberto elimi tutuyor (yok len öyle değil). Roberto’nun gözleri sulanıyor. Ben Roberto’nun sırtını sıvazlıyorum. Roberto kendini tutmaya çalışıyor ağlamamak için. Ben ‘Roberto, olur böyle şeyler, hepimiz hata yaparız ama hepimiz değişebilir ve hatalarımızı affettirebiliriz yeter ki ders almış olalım diyerekten sırtını sıvazlamaya devam ediyorum. Roberto, güçlü olmalıyım, ağlamamalıyım diyor. Ben de asıl güçlü olmak herkesin ortasında duygularını göstermektir diyorum. Ve... Roberto kopuyor. Omzuma yaslanıp ağlamaya başlıyor. Garson neler oluyor diye bakıyor. Ben de napayım, işte teselli ediyoruz manasında kaş-göz işareti yapıyorum.Roberto hıçkırıklar içinde omuzumda, ben Roberto’ya sarılmış durumda garip bir görüntü oluşturuyoruz müziğin eşliğinde. 

Roberto’yu banyoya yolluyorum. Döndüğünde Roberto biraz rahatlamış görünüyor. Ben de ortamı dönüştürmek için ‘Ulen Roberto, etrafta bir sürü kız var biz hala erkek erkeğe sohbet ediyoruz’ diyorum. Roberto dans eden dört kızın yanına gidiyor. Bu arada Peru’nun kızları Kolombiyalılar kadar cazibeli olmasalar da oldukça ateşliler. İlgililerin bilgisine. Sonra bir şişe viski söylüyor, kızlarla beni tanıştırıyor ve dans etmeye başlıyoruz. Güney Amerika’da içki davetini ret eden kız sayısı çok azdır sanırım. İçkiyi söyleyip tanışıyorsunuz ve dans ediyorsunuz. Ama sonrası içkiye değil sizin kabiliyetinize bağlı. Alberto’nun sarhoşluğu kızları kaçırıyor. Ondan sonra tanıştıklarımızı da. 

Müzik kulüp müziğine dönüşüyor. Ortalık kalabalıktan kıpırdanamaz hale geliyor. Üst kata çıkıp dans ediyorum. Yine Roberto,elinde bir viski sallana sallana bana doğru geliyor. Bardağını DJ kabinin üzerine bırakıp kabinin arkasına geçiyor. Ne yapıyor orada diye seğirtiyorum kabinin arkasına. Roberta kusuyor. İçkisi bana kalıyor. Artık ben de sarhoşum. Biraz dans edip sonra Roberto’yu arıyorum. Yok. Barda peçeteye mail adresimi yazıp vermiştim. Kaybetmediyse bana ulaşır sanırım. Bu arada benim pil bitiyor. Elimi kolumu sallayarak girdiğim kapıda, badigardlar ve içeri girmeyi bekleyen onlarca insan var. Hostele dönerken bütün mekanların dolu olduğunu görüyorum ama her şey flu benim için. Hostele yaklaştığımda sarhoş bir İngiliz çift görüyorum kaldırımda. Oğlan, kız arkadaşının çok sarhoş olduğunu, hostellerini bulamadığını söylüyor. Ben sizi götüreyim diyorum. Hostelleri 50 metre ilerde bu arada : )) Bana minnettar kalıp giriyorlar içeri. Ben de yatakhanemde beni bekleyen boş yatağıma doğru ağır adımlarla ilerliyorum. Ama dik bir şekilde. Başım tabii..

Sabah berbat bir şekilde uyanıyorum. Neyse kahvaltı, kahve derken açılıp kendime program yapmaya çalışıyorum. Burada bir Colca Kanyonu var, dünyanın en derin kanyonuymuş. Yok ya, kanyon geçmeye niyetim yok. Benim gibi tembeller için minibüsle yapılan 2 günlük bir tur var. Köylere, kasabalara, seyir yerlerine filan minibüsle gidiyorsun. Bir de yukarıdan kanyonu ve meşhur uçan dev Kondor kuşlarını görüyorsun.

Colca Kanyonu

Ertesi gün, bu tura kayıt yaptırıyorum bir acentede. A! Bir öğreniyorum ki dört kişi daha kayıt yaptırmış bizim hostelden. Bugün gelen iki İngiliz kızı da bizim acenteyle gelmeleri için ikna ediyorum. Olduk mu yedi. Bir Alman kız var başka bir tura yazılmış. Onu da turu değiştirebileceğine inandırıyorum ve değiştiriyor. Bir de dün gece gelen sırık bir Hollandalı kız var. Meğer O da aynı acenteden tur almış. 9 kişi birden tura çıkıyoruz ertesi sabah. Herkes tanışınca daha iyi oluyor. İlk gün muhteşem yaylalardan, ufacık kasaba ve köylerden geçiyoruz. Hayatımda ilk defa Alpaka görüyorum. Alpakalar lamaların kuzeni Lamaların kulak ve kuyrukları Alpakalara göre daha uzun. Alpakaların etinden de sütünden de faydalanılıyor. Ben de faydalanıyorum valla öğlen yemeğinde. Alpaka buraların koyunu işte napalım ya.

Ay, yerim ben bunu (yedim ama bunu değil, büyüğünü)

Ertesi günü garantili kondor kuşunu görme noktasına gidiyoruz ve görüyoruz da. Saat 12 gibi olduğunda tepenizden geçerken gölgeleri tüm bedeninizi karanlığa boğuyor. Kondorları da gördükten sonra Arequipa’ya dönüyoruz.

Kondor kuşu acayip bi şey

Döndükten iki saat sonra gruptan ben, Kelly ve Cat akşam otobüsü ile Cusco’ya doğru yola çıkıyoruz. Bu otobüs diğerleri kadar konforlu değil ama ucuz. Hele birde boş ikili koltuk bulursanız benim gibi mışıl mışıl uyuyorsunuz. Sabah yedide Cusco’dayız. Ben gerinerek uyanıyorum, kızlar uyuyamamış sarsıntıdan (katlı otobüslerin ikinci katı daha çok sallanıyor bu arada). E, ne de olsa benim 15 yaşımdan beri gece otobüs yolculuğu deneyimim var.

Cusco'nun Taksimi (tamam bu son benzetme)

Öğlen yemeği için buluşmak üzere, onlar hostellerine, ben hostelıme doğru uzuyoruz. Öğlen bunları bekliyorum. Gelen giden yok. (Hostele dönünce öğreniyorum ki uyuya kalmışlar ve geç kalmışlar) Beklerken Japon kız Nirega ile tanışıyorum. Abla hemşire, O da bir çok seyyah gibi işini bırakıp seyahate çıkmış İspanyolca yok, İngilizce az, üstelik tek başına gayet güzel geziyor vallahi. Öğlen yalnız yemeğe niyetim yok. Nirega’ya soruyorum gelir misin diye. Gelirim diyor. Sevimli ve ucuz restoran buluyoruz. Nirega lokal yemekler olduğuna seviniyor. Dil sorunu olduğundan pek bilememiş lokal yemekleri. Neyse ben yardım ediyorum seçmesine. Artık kaşar olduk ya buralarda.. Nirega her şeye gülüyor. Japonların pek şikayetçi olduğunu görmedim valla. En azından tatildeyken. Her şeyi sabır, hoşgörü ve beğeni içinde karşılıyorlar.Bundan sonraki tur Japonya mı olsa acep. Yok ya, çok pahallı oraya gitmek. Hem sırada Afrika var daha.

İngiliz olmazsa Japon da olur 

Cusco şahane bir şehir. Tek sorunu fazla turistik olması. Peru’ya gelen herkes Machu Pichu’ya gidiyor. Oraya gitmek içinde buraya geliyor. Sokakta 15 dakika bir satıcının tacizine uğramadan yürümek mümkün değil. Benim de yarın bu Maçu Piçu için araştırma yapmam lazım.

Cusco hoş şehir

Yarın oldu varsayalım. Araştırmayı yaptım ama moralim bozuldu resmen. Giriş 45 dolar. Hadi bunu verelim ancak Maçu’ya yol yok Sadece tren var. 4 saatlik yol için gidiş-dönüş 100 dolar. Yuhhh artık. Yuh! Bunun adı fırsatçılık hatta soygun resmen. Dünyanın en pahallı tren yolculuğu olsa gerek. Olay bu kadarla da bitmiyor. Trenle Aquas Calientes denen bir kasabaya ulaşıyorsunuz ve saat geç olduğu için bir gece kalmak gerek. Burasıda turizm için kurulmuş stüdyo gibi bir yer. Elbette burada da adamı bir güzel söğüşlüyorlar. Kısacası, Maçu Piçu’yu 3 saat gezmek için 200 dolar ve 2 gün gerekiyor. Peki görmesek ne olur? Hacca gidip Kabe’yi görmemekle eş değer karşılanıyor bu durum turistler arasında. Bir utanç durumu adeta. Acaba, gitmesem ve sorulursa gittim desem. Bir belgeselde görmüştüm neye benzediğini, sallarım bi şeyler. Gitmedim neticede. Ama bir nedenim daha var. Nasılsa bir tur getiririm ve bedavaya mis gibi gezerim (2 sene sonra turla geldim netekim) . Hehehe, olacak o kadar artık. Ben her ay tıkır tıkır maaşını alan zümreden değilim, bu kıyakları da çok görmeyin yani.

Machu Pichu'ya gitmemenin dayanılmaz hafifliği içinde akşam bir Japon, bir türk, iki ingiliz ve bir malezyalı buluşup yemek yedikten sonra O Km. diye bir bara gittik. Buralarda 2x1 uygulaması çok yaygın. Ben keyiften iki Pisco Sour söyledim. Diğerleri sadece birer içki söyledi. 5 metrekarelik sahnede bateri dahil olmak üzere 6 müzisyen var. Biz sahne önünde oturuyoruz ve bas gitarın kuyruğu benim kafamın üzerinde dolaşıyor. Grup fena değil, her telden çalıyor. Adı Poçangaymış. Anlamını soruyorlar, bilen var mı diye. Ben, bizde Paçanga böreği var diyorum ve bir sessizlik oluyor önce sonra gülüyor herkes. Diğer 4 kişi bir saat sonra kalkarken ben 2x1 mohitomu şöylemiş, ayaklanıp dans etmeye başlıyorum. Bu Peru bayağı kıyak bir memleket valla.

Ertesi günü, madem Maçu’ya gitmedim, bari bir atraksiyon yapayım diyerekten halk otobüsüyle 1 dolara Pisac’a gidiyorum. Ah! Ne iyi etmişimde gelmişim. Akşam Bolivya’ya otobüs biletini almamış olsam kalırım bir gece valla. Turistik bir yer sayılabilir ama kimse bunu gözünüze sokmuyor. Kasabada estetik anlayışı çok yüksek. Hayat telaşsız ve insanlar çok mülayim.

Pisac'ta hayat huzurlu

Karnım acıkıyor. Etrafta bakınırken adı benim adıma benzediği için (Mullu ama Muyyu diye okunuyor) bir restorana dalıyorum. Menüyü alıyorum elime ve yüzüm buruşuyor. Fiyatlar 10 TL den başlıyor. Füzyon menüsüymüş. 10 liraya füzyon yemek mi yenir kardeşim, adam mı soyuyorsunuz! Buralarda böyle vallahi : ) Tam çıkacakken süper sevimli şef geliyor ve anlatmaya başlıyor. O anlattıkça benim ağzımın suları akıyor ve oturup ‘Erderberry ve yöresel bir meyvenin sosu ile sunulan, kımızı şarap sosunda pişirilmiş Alpaka eti ve garnitür olarak And dağlarının peyniri ile karıştırılmış patates püresi söylüyorum. Sonra önüme gelen bu sanat eserini önce fotoğraflayıp sonra bir güzel götürüyorum. Al işte, 10 liraya mutluluk. Gel vatandaş geel! 10 liraya mutluluk Pisac’ta!

Peru füzyonu
Akşam üzeri Cusco’ya dönüp gece 10 otobüsüne binerek 12 saatlik Bolivya yolculuğuna başlıyorum. Direk otobüs diye satın aldığım biletime rağmen otobüs sabahın beşinde sınır şehri olan Pino’da duruyor ve ben iki saat garajda bekledikten sonra bir başka otobüsle Peru-Bolivya sınırına gidiyorum. Klasik durumlar yine. Damga kuyruğu, üç kağıtçı taksici ve ayaklı döviz büroları, bir sınırdan diğerine yürümeler filan. Saat 11 de Bolivya’da Copa Cabana’dayım. Copa Cabana Brezilyada mı? Bilemem artık, gelecek sayıyı okuyun..

2 Mayıs 2011

PERU

Sabahın birinde Ekvator sınırına vardık. Allahtan gece otobüsüne binmişim. Ortalıkta üç kağıt çeteleri yok. Tek problem aynı anda giriş-çıkış yapan dört otobüs insan olması. Uzun bir bekleyişten sonra, Peru sınırına ulaştık ve ben büyük bir gururla Peru vizemi gösterdim görevli memura. Ee, o kadar ugraşmışım, para harcamışım. Olacak o kadar! Peru, topu topu iki elin parmakları kadar ülkeden vize istiyor, birisi de Türkiye. (Neyse ki 2013 Haziranında kaldırıldı vize.)
 
Olaysız ve de uykusuz geçen sınır geçişinden sonra sabah sekizde Mancora’ya geldim. Niyetim, deniz kenarında bir gün yorgunluk atıp yola devam etmek. Ancak, otobüsten iner inmez gitmek istedim buradan. Şöyle bir yer hayal edin; Denize paralel giden, kalabalık bir anayol. Sahil tarafında bir sürü restoran ve bar dolu, kara tarafı, çorak bir arazi ve gani hostel ve dükkan. Mancora bir sörfçü kasabası ve benim hiç tarzım değil. Buna rağmen hınca hınç dolu hosteller. Zira dalga sörfü için en iyi yerlerden biri Mancora sahili. Oldum olası sevmedim, sörfçü mekanlarını ve sörf komünitelerini. Ne bileyim, bir g.t kalkıklık durumları var genelde. Su sporu altı üstü. Kasım kasım kasılacak ne var yani. Gerçi outdoor sporla iştigal eden bir çok kişi ki buna dalgıçlarda dahil hepsi çok benzer davranış gösteren insan tiplemeleri. Nedense yaptıkları spor kimlikleri oluyor bir süre sonra. 

Her neyse. Önce kahvaltı-kahve-sigara üçlüsüyle kendime geldim ve sonrasında ilk bulduğum ilk otobüse atlayıp Chiclayo’ya geldim. Chiclayo, canlı, sakin, sevimli küçük bir şehir. Asla turistik değil. İyi tarafıda bu aslında. Gerçi, Trijillo’da Huancahcho denen bir sahil kasabasına gidecektim ama yer bulamadım otobüslerde. Zira dün bu katoliklerin Semana Santa’sı yani Paskalyası başlamış ve herkes bir yerlere gidiyor. Olsun Chiclayo, Trujillo’ya 3 saat mesafede. Bir gece uyuyup buradan devam ederim. Ertesi günü otobüsle önce Trujillo’ya oradan da minibüsle Huanchaco’ya geldim. Valla son zamanlarda şehirlerde o kadar vakit geçirdim ki, iki gün plajda evrile devrile yatmadan hiç bir yere gitmem. Zaten sonrasında yine bir şehir, Lima var sırada.

Chiclayo pazarı

Peru, ilginç bir coğrafyaya sahip bir ülke. Ülkeyi kuzeyden güneye geçen And dağlarının batısı çöl ve sahil, doğusu ise Amazon ormanları. Trujillo’ya giderken, sağınız solunuz çöl manzarası. Bir yandan otobüste film izliyorum, bir yandan çöle bakıyorum. Filmi izlerken kafamı bir ara çevirdim, haydaa çöl yerine yemyeşil bir vaha. Serap mı görüyorum derken, beş dakika sonra yine çöl manzarası başladı. Değişik bir yer yani. 

Huanchayo’ya iner inmez dumur oldum. Sanırsın ki bütün Peru burada. Sokaklar, restoranlar, plaj hınca hınç insan dolu. Özelikle Trujillo’dan insanlar akın akın minibüs ve özel araçlarıyla buraya geliyorlar günübirlik. Akşamları daha sakin. Paskalya zamanı aynen noel gibi en önemli tatil zamanı Güney Amerika’da. Bu dönemlerde nerdeyseniz orada kalın ve hiç kıpırdamayın yerinizden. Tüm Pasifik kıyıları gibi burası da oldukça dalgalı bir deniz. Yani öyle deniz keyfi yapmak zor. Olsun valla, deniz kenarında olmak iyi geldi.

Huancaho gördüğünüz gibi deniz kenarı

Geldiğimin ertesi günü Peru’nun önemli arkeolojik bölgelerinden olan Chan Chan’a gittim. Chan Chan, İnkalardan önce ( M.S. 10-15 yy.) bölgede hakim olan Chimo krallığının başkenti ve dünyadaki en büyük çamur şehir! Çamur dediğim, briket şeklinde işlemişler çamuru. Arazi çöl olunca abilerde doğal olarak herşeyi briketten yapmışlar. Şehri çevreleyen duvarlar, binalar, evler, meydanlar yani gözün görebildiği her şey briket ve çamurdan yapılmış. İyi hoşta bin yıldır nasıl ayakta kalmış bu şehir, inanılmaz. Gerçekten etkileyici şehir Chan Chan. Yolunuz buraya düşerse atlamayın.

Chan Chan, çamur şehir 

Bir gün kültür yapınca, ertesi gün plajda ve hostelin terasında yayılma günü oldu doğal olarak. Aslında bu akşam Lima’ya gitsem iyi olacaktı ama bu Paskalya yüzünden hiç yer yok otobüslerde. Yarın gündüz 9 saat yolculuk var Lima’ya. Ah, ah! memlekette otobüsle yolculuk etmem diye diretirken burada 6 aydır kaç bin kilometre yolculuk yaptım acaba otobüsle. Hem de çoğu dandik otobüslerde. Herhalde dünyanın yarısını kat edecek kadar –bilmeyenler için, 20 bin kilometre- olmuştur şimdiden.

Lima'da garajdan taksiye binmeme kuralını bozmak zorunda kaldım, zira bildiğimiz anlamda bir garaj olayı yok. Her otobüs şirketinin kendi terminali var. Dolayısıyla toplu taşıma olayını kullanmak çok zor. Neyse 4 doları bayılıp Miraflores’in göbeğindeki hostelime gittim. Lima’yı anlatmadan önce Peru’da ki otobüs durumunu anlatmam lazım. Zira Peru’da otobüs olayı çok aşmış. Bizim Ulusoy, Varan filan Pamukkale turizm gibi kalır yanlarında. Otobüsler iki katlı ve her sırada 3 koltuk var sadece. Koltuklarda müdür koltuğu maşallah. Ayrıca 160 derece yatıyor. Biraz daha ekstra verirseniz tam yatak oluyor. Biraz daha verirseniz ..... bile yapıyor : ) Yolculuğun süresine göre öğlen, akşam yemeği ve kahvaltı, wifi, film, müzik, çift tuvalet mevcut. Daha ne olsun yani. Yalnız güvenlik anlayışları oldukça abartılı. Otobüse binerken check-in yapıp bagajınızı veriyorsunuz ve otobüse binerken kimlik kontrolü yapıp, parmak izi alıyorlar veya videoya çekiyorlar. Ayrıca, üst araması ve el çantası kontrolü var. Yolculuk esnasında emniyet kemeri mecburi ve yolculuğun başında en az uçaklardaki kadar detaylı video brifing var. Enteresan..

Lima'nın İstiklal Caddesi (benzetmeyede bayılırız)

Lima, klasik büyük şehir. 3 gece 2 gün kaldım ama vaktim olsa birkaç gün daha kalırdım. Neden diye sordunuz dimi. Vallahi bazı şehirlerin iyi enerjisi var. Lima’da onlardan birisi. Öyle, Karayiplerin sıcaklığı veya koloniyal dönemin ruhu yok ama sahil şehri olması onu başkalaştırmış işte. Ulaşım rezalet ama onun dışında sakin bir hava var şehirde. Şehre girmeden önce bir süre karanlık bir yolda seyahat ediyorsunuz ve şehre girdiğiniz bölgeler hiç tekin görünmüyor ama şehre girince ortam değişiyor. Lima’da aradığınız herşeyi onlarca alışveriş merkezinde rahatça bulabilirsiniz.

Lima, şehir ama güzel

Lima, gastronomi konusunda oldukça iddialı bir şehir. Ben kitapta okuduğum bir deniz ürünleri restoranına gittim. Buralarda ‘Ceviche’ denen meşhur bir spesiyalite var. Ceviche, limon ve tuzla marine edilerek sunulan bir yemek. Her yerde aynı kalite değil ama La Choza Nautica’da yediğim cevicheyi Bay Beğenmez (Vedat Milor) bile beğenir sanıyorum. Sadece ceviche değil bir sürü farklı deniz ürünü var bu restoranda. Bulması biraz uzun sürdü ve bana 10 dolara mal oldu (gülün gülün, buralar böyle. Istanbul'da öğlen yemeği parasına muhteşem deniz ürünü yemek mümkün burada) ama değdi. Ismarladığım 4 Mevsim ceviche her katı ayrı sosla tatlandırılmış olarak uzun bir bardak içinde geldi. Ahanda resmi.

4 mevsim Cevivhe

Vallahi, yerken mest oldum. Bir de yanında ikram edilen ‘Pisco Sour’ altın vuruş oldu. Pisco, üzümden yapılan, İtalyanların grappasına benzer bir içecek. Sour yani ekşi olanında, yumurta beyazı ve limon suyu var. Vallahi param olsa, restoran sahibine İstanbul’da bir restoran için ortaklık önerirdim. Aç mekanı boğazda, gelen kalın abileri yol, bir senede zengin olmamak işten (içten miydi yoksa) değil. Fikir çokta para yok işte. Zalim kader.. (fonda Orhan Gencebaydan ben ne yaptım kader sana, mahkum ettin beni bana şarkısı çalıyor)

Güneş Lima'da böyle batıyor

Lima’nın ikinci hediyesi sevgili Virginia’ma kavuşmak oldu. Hehe, hatun sandınız dimi. Golden Virginia yani iki yıldır içtiğim tütünümü buldum burada, iki ay aradan sonra. Ama etkisi hatun bulmuş kadar oldu. Sigara olayı bitmiş benim için, hiç bir şey anlamıyorum sigaradan. Nasıl olsa orada bulurum diye aldığım tütün bitince 2 aydır sigaraya talimdim mecburen. Allah razı olsun Lima’dan. Lima’nın bana son ödülü ise ‘Larco Müzesi’ oldu. Ne sandınız ya, müzeyede gidiyorum tabi. Bütün gün plajda pineklemiyoruz her gün. Zaten bu müzede gidilmeyecek gibi değil. Genellikle sıkıcı olur müzeler ama bu müzede sergilenen eserler o kadar muhteşem ki insan gezemeye doyamıyor.

Yaklaşık M.Ö 5000 den 20. yy. a kadar her döneme ait eserinin sergilendiği müzede, insanların üretim kalitesinde, zanaatta ve sanatta o dönemlerde ne kadar başarılı olduğunu görmek insanı etkiliyor elbette. Peru ile beraber anılan İnkalar aslında sadece yüz yıl egemen olmuşlar ama yüzyılda ülkenin tarihine ve şimdisine damgayı vurmuşlar. Örneğin şu gidilmezse olmaz denen Machu Pichu, sanat ve üretimin doruk noktasına çıktığı İnka dönemi (XV. yy) eseri. Lima’ya giderseniz bu müzeyi atlamayın.

Larco Müzesi, emast (a must'ın türkçesi)

Ayrıca müzenin küçük bir sürprizi var. Ayrı bir salonda ayıp şeyler sergileniyor. Genellikle bu salona giren kıkırdıyarak ve hızlıca gezip çıkıyor. Mekanın adı erotik salon ama pekala pornografik salon olabilirmiş. Abiler seks hayatının her türlü detaylarını küçük heykelciklerle gözünüze sokacak şekilde dile getirmişler. Latife bir yana, bizim için seks olan konu o dönemlerde bereketi ve yaratımı simgeleyen bir ritüel aslında. Seks ölüler dünyasında da devam ediyor. Maksat spermler toprağa kavuşsun yani. Bu kadar detay yeter, gerisini kendiniz görün artık.

Eh, kem, küm. Ben koymadım valla, korsan işi bu

Lima’dan hediyelerimi aldıktan sonra sabahın körü otobüsü ile 5 saat mesafedeki Huacachina'ya (oku bakayım) doğru yola çıktım. Huacachina çölün ortasında avuç içi kadar küçük bir köy, bir vaha. Minicik köy, bir lagünün çevresinde yer alan hostel, restoran ve acentalardan oluşuyor. Boydan boya gezmek 5 dakika. Güzel tarafıda bu bence. Burada bir gece 2 gün kalıyorum. Zira bir sonraki durak olan Arequipa’ya otobüsüm gece.

Çölde çay burada içilir

İlk gün, Huacachina'da farz olan (farz-ı ayn) Buggy tura katılıyorum ve çok iyi yapıyorum. Çöl için tasarlanmış uzun şasili, güçlü motorlu bu araçlarla çölde adeta rollercoster yapıyoruz. Rehber süper kullanıyor aracı. Hızla bir sırta çıkıp, aynı hızla yaklaşık 70 derecelik eğimi inince ortalık çığlıktan geçilmiyor. Elbette herkes kemerle bağlı araca yoksa herkes bir tarafa dağılır. Çığlıkları kahkalar izliyor, zira çok keyifli. Yok artık, çüş artık denen her yerden geçti bizim çılgın rehber.

Çöl canavarı buggylerle gezmek çooook zevkli

Bu kadarla bitmiyor tur. Herkese boardlar veriliyor, yapabilen sandboarding yapıyor (ben bir deneyeyim dedim ama nafile) yapamayan aha aşağıda görülen abla gibi yüzükoyun üstüne binip kızak yapıyor. Harikaaaaa! Gerçi kayarken gruptan birinin başparmağı çıktı ama olacak artık o kadar.

Kumda kaymak ta çok zevkli 

Ertesi günü 12'de otelden çıkış yapıyorum ama çantamı resepsiyona bırakıp hostelin bahçesinde hem blogumu yazıyorum, hem de artık özürlü sayılan makinemle çektiğim fotoları editleyip adam etmeye çalışıyorum. Malesef benim makine ayvayı yedi. Özellikle açık havada saçmalıyor. Hatta bazen hiç çekmiyor. Gerçi ben ne yaptım? Makinenin ne kadar ve nasıl hatalı çektiğini anlamaya çalışıp ona göre ayarları değiştirip fotoları normalleştirmeye çalışıyorum. Türküz işte, allem edip kallem edip bir yolunu buluyoruz. Gavur olsa yenisini almıştı bile. Gerçi ben de alırdım gavur olsam, nasılsa seyahat sigortası ödüyor. Siz de yaptırın diycem ama bizim sigortalar sadece prim toplama konusunda iyi hizmet veriyorlar. Kolombiya’da İsviçreli bir kızla tanışmıştım. Otobüs ile seyahat ederken sırt çantasının bel kemeri kullanilmaz hale geliyor. Abla mail ile durumu sigortaya bildiriyor, ertesi günü yeni çanta parası hesabında. Bizde olsa, önce sen öde, fatura al, polis tutanağı al, eski çantanın faturasını bul, fotolarını çek, belki bir kısmını alırsın paranın, 3 ay sonra. Ama ne olursa olsun, sağlık sigortası yaptırın gelmeden önce. Sağlık bu, foto makinesi parası yanında sivrisinek kalabilir. 

İşte böyle geçiyor Peru. Birazda siz anlatın da! Neler oluyor hayatınızda? Heyecan var mı heyecan? Nelere gittiniz, neler gördünüz, ne yediniz, içtiniz? Nasıl? Hiç mi? Ay, yazık size ya! Şu Çin atasözünü duymuş muydunuz? Evde oturan ölür! Dönünce beni güzel bir sopa bekliyor diye sezinliyorum : ) Hepinizi çölde seviyorum. ( Sezyum’dan arak) Tamam tamam, bitirdim. Hoşçakalın..