31 Mayıs 2011

YÜKSEK, SOĞUK, YERLİ, UCUZ, TUĞLA, FAKİR, EVO...

Bilin bakalım hangi ülke bu. Bilemediniz dimi. Bolivya olacaktı doğru cevap. Bolivya dağlık memleket, şehirlerin çoğu yüksek irtifalarda kurulmuş. Başkent La Paz, dünyanın en yüksek başkenti (3700 m.) Potosi, dünyanın en yüksek şehirlerinden birisi (4070 m. ) Diğer yerleşimlerde üç binlerden az değil. Böyle olunca n’oluyor? Güneş battığı saniyeden itibaren ortalık buz gibi oluyor. Bolivya’ya gelince kazak, bere ve eldiven almak zorunda kaldım. Allahtan ucuz memleket. Güney Amerika’nın en ucuz ülkesi olur kendileri. Mesela 10 saatlik yolculuk 15 TL, günün menüsü 2 TL, kazak 15 TL (turist fiyatı) gibi. Aynı zamanda kıtanın en fakir ülkesi de Bolivya. 
 
Niye yerli? Kıtadaki yerli nüfusunun en yüksek olduğu ülke de ondan. Diğer ülkelerde İspanyol melezi ve Avrupa asıllı oranları çok daha yüksek Bolivya'ya göre. Bence Güney Amerika'yı kültürel anlamda anlamak için gidilmesi şart iki ülke var. Peru ve Bolivya. Tuğla ne peki derseniz, bu ülkede binaların çoğu tuğladan örülüyor ve öylece kalıyor. Ne sıva ne boya hak getire. Kolonyal dönem yapıları ve yeni modern yapıları saymazsak ülke ‘adobe land’ gibi. Şehirlerdeki tuğlanın yerini köylerde briket ve kerpiç alıyor.
Bir de meşhur Evo var. Hani şu resmi görüşmelere bile desenli kazağı ile giden, Amerika’ya kafa tutan, eski koka yetiştiricisi, ülkenin ilk yerli başkanı Evo Morales. Bizim ülkede parti kursa oyumu veririm kesinlikle.
Ha, bir de Copacabana konusu vardı değil mi? Copacabana bu kıtada bol. Brezilyada, Bolivya'da ve Kolombiya'da de birer Copacabana var. Allah bilir başkada vardır ama ben bilmiyorum. 

Hesapta Cusco’dan direk Copa bileti aldım ve sınırı geçip öğleye doğru Copa’dayım. Elbette böyle olmadı! Sabahın beşinde Puno’ya vardığımızda hadi burada iniyorsun, yedi buçukta başka bir otobüsle devam edeceksin deyince benim uykunun içine edildi tabi. Üstelik ancak öğleden sonra varabildim Copa’ya. Ama dedim ya, bunlar artık beni bozmuyor. Böyleyse böyle. Klasik faaliyetlerden sonra akşam üzeri fotoğraf makinamı alıp meşhur Titicaca gölünün kıyısına gittim. Bu Titicaca gölünün yarısı Peru'da, yarısı Bolivya'da. Dolayısıyla iki ülkeden de seyredebilirsiniz manzarayı. Ben backpacker tavsiyeleri sonucu Bolivya’yı seçtim. Göl manzarası kopuyor. Hele ertesi sabah erkenden uyanınca uçuk manzaraları fotoğraflayarak bir nevi sabah seksi yapmış gibi güne başladım.

Uyanmamın asıl sebebi Isla del Sol yani Güneş adasına gitmek. Bu ada Peru’nun en eski topluluklarından olan Tiwanaka’ların ilk yerleşim yerlerinden. Bu kadar tarih bilgisi yeter. Sabah gölde iki saat yolculuktan sonra adanın güneyine ulaştım. Neymiş efendim, buraya gelinince adanın bir ucundan diğer ucuna yürümek gerekirmiş. Hadi bari öyle olsun diyerek yürüyüşe başladım. Daha 100 metre gittim ki elinde bilet koçanı olan genç bir oğlan durdurdu beni. Efendim, adada tarihi kalıntılar varmış bunları görmek için 10 Bolivyano (1 dolar 7 Bolivyano) ödemek gerekiyormuş. Hadi öyle olsun deyip ödedim. Benden başka 8-10 kişi daha var yürüyen. Güneşin alnında adanın sırt hattında ilerliyoruz. Göl manzarası enfes ama irtifa 4000 olunca yürümek kolay olmuyor.

Neyse oflaya puflaya yolu yarıladım ki, yolun ortasında iki adam yine ellerinde bilet koçanıyla bekliyor. Amigo!, 15 Bolivyano ödeyeceksiniz. Ödedik zaten. O adanın kuzeyi içindi. Güneyinde de tarihi kalıntılar var, bu para onun için. E, onları görmesek de olur. Olmaz yine ödeyeceksiniz. La havle! Al kardeşim 15 Bolivyanonu, zaten güneş tepemde bide sen çıkma başıma. Turizmi fırsatçılık olarak algılayan zihniyetten nefret ediyorum ama ne yazık ki dünyanın bir çok yerinde aynı durum geçerli. Yaklaşık 4 saatlik yürüyüşten sonra adanın güneyine varıyorum. Bir pansiyon bulup yerleşsem, bir de duş oh mis gibi olur diye düşünürken köyün girişinde bir amca 10 Bolivyano demesin mi! Bu durum artık Deli Dumrul hikayesine döndü. Yok amca dedim, yeter artık sıktınız. Allahın adasında yürümek için ikide bir para olur mu? Vermesine verirdim ama ancak yemek ve yatak parasıyla gelmişim adaya. Vermedim neticede. İyi ki de vermemişim param kuruşu kuruşuna yetti valla. Neyse bir pansiyona yerleşip 2 dakika sınırlaması olan duşumu aldıktan (adada su taşıma yoluyla olduğu için mecburen böyle) bahçedeki şezlonga yerleşip cigaramı yakıp güneşin batışını izlemeye koyuldum. Akşam da buranın meşkur balığı olan trucha (ingilizcesi trout, türkçesi ne peki) ızgara yedikten sonra misler gibi uyudum. Ertesi sabah adadan ayrılıp, Copa’dan otobüse binerek La Paz’a doğru yola çıktım.

Otobüs La Paz’a yaklaşırken ortada hiç şehir belirtisi yok. Kerpiç binalar, karanlık caddeler ve yok kenarlarında bir sürü satıcı ile adeta ‘Yoksa ben Ortadoğu’ya mı geldim’ hissi uyandıran bir manzara var.

Yarın görücez bakalım nasıl bir yere gelmişiz. Hemen garaja yakın bir hostelde yer ayırtmıştım. Hostelin adı Adventure & Brew. Adından da anlaşılacağı üzere macera turu sunan ve bir bira imalathanesi (brewery) olan bir hostel burası. Her akşam özel yapım bir bira hediye. Abiler değişik bir olaya girmişler ama bence biralar başarısız. 3 tip bira yapmışlar. Sarı, siyah ve kehribar. Bir kere yeterince gövdeli değil biralar ve hepsi buz gibi sunuluyor. Bedava diye hepsinden içtim ama asıl bira nasıl olur, yakında göreceksiniz!! Yok öyle hemen cevabı vermek. Hayat sürprizlerle dolu. Ben de size bir sürpriz yapayım görün bakalım.
Brew kısmını böylece anladıktan sonra Adventure kısmını da denemeye karar verip ‘Dünyanın En Tehlikeli Yolu’ denen parkurda bisiklet binmeye gittim. Yolun tehlikeli oluşu şöyle. 4000 metreden bir dağın yamacında kıvrıla kıvrıla inen 3 metre genişliğinde stabilize yol düşünün.

Bir zamanlar ulaşım için kullanılan bu yolda freni tutmayan ya da virajı alamayan araçlar 300-500 metrelik bir uçuşla vadiye gömülüyormuş. Arada uçan bisikletlilerde olmuş. Yeni yol yapıldıktan sonra bu yol tamamen bisikletçilere kalmış (ara sıra geçen araçları saymazsak). İşte tur bu yolda yapılıyor. 30 km. lik yol tamamen iniş. Bu da hız demek. Eğer virajı alamazsanız bayyy.
Neyse ki bisikletler teknolojik. Frenler hidrolik ve kask, dizlik, dirseklik ve tulum mecburi. Başta ve sonda birer rehber var ve tur öncesi sıkı bir brifing veriliyor. Robocop gibi kuşandıktan sonra tura başladık. Yol sakat olsa da bisiklet turunun en güzel şekli bu, yokuş aşağı olması : ) Yolun büyük bir kısmını sapasağlam atlattıktan sonra rehberimiz son 5 kilometrenin artık tehlikeli olmadığını söyledi. Herkes tulumları çıkardı ve turun son kilometrelerinin keyfini çıkarıyor. Ben de tam manzarayı seyrederek derin düşüncelere dalmıştım ki, başımda birileri ‘İyimisin’ diye soruyor. N’olduki şimdi bu insanlar başımdalar. Aa! Ben niye yerdeyim ya? Ne zaman düştüm ki ben ve de nasıl? İyiyim iyiy’m diyerek kalktım yerden. Sadece hafif bir ağrı var kalçamda ve sırtımda. Muhtemel sıyrık, çizikte vardır ama olu o kadar deyip bis’klete bindim tekrar. Dikkatlice ilerliyorum ama bir gariplik var. Ben neredeyim? Neden bu insanlarla beraberim? Yoksa bunlar Türkiye’ye gelmiş yabancılar mı? Yok ya ben sanırım başka bir yerdeyim? İyi de nerede ve niye? Bir dakika ben İstanbul, Türkiye'de yaşıyorum ve adım Mutlu Günay. Başka? Başka bir şey yok valla. Bir sonraki molada ‘pardon biz nerdeyiz’ diye sorunca herkes bir garip baktı bana. La Paz’dayız. La Paz? Bolivya La Paz. Burada ne yapıyoruz? Bisiklet turu. Nerde kaldığını hatırlıyor musun? Yoo! Kızın biri ‘sabah beraber geldik ya. Aynı oteldeydik, beni hatırlamıyor musun? Bu kadar güzel bir kızı bile hatırlamadığıma göre benim hafıza gerçekten uçmuş : ) Rehber sen kalan kısmı araçla gel diyor. İtiraz etmeden biniyorum minibüse. Bu bilmeceyi çözmem lazım. La Paz, Bolivya, Güney Amerika, Orta Amerika derken 20 dakika sonra hatırlıyorum her şeyi yeniden. Düşüş anı ve de öncesi hariç. O hala yok. Çok acayip bir şeymiş bu hafıza kaybı ya! Birden herşey sıfırlanıyor.Turu tamamlayıp otelde duş aldıktan sonra aynada sırıtma bakıyorum ki, sol taraf yukarıdan aşağı yara bere içinde. Artık benim façam var dünyanın en tehlikeli yolunda pisiklet binerkene : )

Yorgunluk, ağrı derken erkenden yatıyorum ve sabah kalktığımda çok daha iyiyim. Kahvaltıdan sonra bakalim ne menem bir yermiş bu La Paz diyerek şehir turuna çıkıyorum. Pekte matah bir yer değilmiş vesselam. Dağların çevrelediği, tuğla binaların dağların yamaçlarını doldurduğu, trafiğin arap saçı olduğu, güneş gitti mi buz gibi olan, tıkış tıkış bir şehir La Paz.

Ancak La Paz’a yolunuz düşerse minik ama çok bilgilendirici ‘Koka Müzesini’ gezmenizi tavsiye ederim. Koka bitkisi, faydaları say say bitmez bir bitki. Aşırı eforlu işlerde çalışanlar, mesela maden işçileri dayanılıklarını korumak için devamlı koka çiğniyorlar. Buraya gelen herkes gibi ben de denedim elbet. Kokain, koka bitkisinden elde edilen bir alkoloid. Konumuzla alakası yok tabi. Ama ilginç bir bilgi, 1894 yılına kadar Coca Cola’da kokain kullanıldığını biliyor muydunuz? Coca Cola ismi de kokadan geliyor. Halen, coca colada koka bitkisi kullanılıyor ama sadece aromatik olarak. Amerika’da koka bitkisini işleyerek ilaç yapımında kullanan firmanın sahibi Coca Cola. Bolivya, Kolombiya ve Peru’dan sonra koka bitkisini yetiştiren üçüncü ülke olmasına rağmen koka işleme hakkına sahip değil. Buna rağmen Amerikan Uyuşturucu Dairesi Bolivya’ya yerleşmiş ve koka ekim alanlarını denetlemeye çalışıyor. Evo Morales’in en başarılı hareketi bunların kıçına tekmeyi vurmak olmuş. Evo’nun meşhur sloganı, ‘Yes koka, no kokain’ tarihe geçecek bir slogan olmuş.
La Paz’ı bu kadar görmek yeter deyip gece otobüsüne atlayıp Sucre’ye doğru yola çıkıyorum. Sucre Bolivya’nın ikinci büyük şehri olmasına rağmen hani türkçede nasıl denir oldukça mellow bir şehir. La Paz ‘de facto’ olarak başkent ama ülkenin anayasal başkenti Sucre.

Bir aile pansiyonuna yerleşiyorum. Burayı adından dolayı seçtim. Wasi Masi. Anlamını bilmiyorum ama kulağa hoş geliyor. Hele de 7 dolara duşu tuvaleti olan bir oda bulunca tamam diyorum burası benim yerim. Otobüste tanıştığım Alman oğlan Thorsten’le kahvaltı yaptıktan sonra hostele dönüyorum. Bahçede, elinden sigara eksilmeyen, yüzünde bir düzineden fazla piercingi olan, saçlar üç numara kesilmiş ve çok konuşan genç bir oğlan var. Tam benim adamım. Adı Hamish, Kiwi yani Avustralyalı, 25 yaşında bir oğlan. Anlatıyorda anlatıyor. Alkolikmiş ama 18 aydır ağzına sürmüyormuş. Aynı zamanda junkie yani uyuşturucu bağımlısı. Alkolü bırakınca uyuşturucu durumunu abartmış. Aman diyorum, dikkatli ol, Bolivya’da hapiste bir gün bile geçirmek istemezsin diyorum. 3 gün geçirdim diyor ve anlatmaya başlıyor. Kusura bakmayın, hikaye çok uzun burada anlatmaya kalksam sayfalar tutar. İşin özü, uyuşturucu peşinde yanlış yerde, yanlış insanlarla bulunduğu için nezarette 3 gün geçiriyor. Çıktıktan sonrada soluğu Sucre’de bu pansiyonda alıp, uyuşturucusuz bir döneme geçiyor. Gerçi alkol ve uyuşturucunun yerini çenesi ve sigara almış. Devamlı konuşuyor ve sigara içiyor. Eli kolu durmuyor yerinde. Tam filmlerdeki junkie karakteri. Ama çok sevimli oğlan. Saatlerce konuşuyoruz hayat memat meselelerinden. Baba sevgisi hiç bilmemiş. Anne-baba boşandıktan sonra 15 yaşında alkole başlamış ve arkası gelmiş. Gece beraber dışarı çıkıcaz. Bir gece önce hoş bir Bolivya’lı kızla tanışmış, O da gelecekmiş. Thorsten’i de alıp çıkıyoruz. Barın adı Joy Ride. Sucre’ye giderseniz kaçırmayın. Müzik iyi, ortam hoş, içki ucuz. Bizim oğlan gerçekten de içmiyor. Sadece dün tanıştığı kıza ve onun kız arkadaşlarına içki taşıyor bütün gece. E, kolay değil tabi hatun götürmek : ) Ama işe yarıyor, gayet samimi pozlar sergiliyorlar dans ederken. Ben klasik üçüncü biradan sonra sarhoş olup dans etmeye başlıyorum. Thorsten ise yılmak yorulmak bilmeden bardaki her hatuna sırayla sarkıyor. Gece ikide benim pil bitince pansiyona dönüyorum. Ertesi günü ikisininde uyanmasını merakla bekliyorum. Öğlen uyanıyorlar ama yalnız ikisi de! Bütün çabalar boşa gitmiş. Gençler, olur böyle şeyler demek istiyorum ama vazgeçiyorum. Adamların yarasına kül basmaya gerek yok : ) Öğleden sonra pansiyonun sahibi mangal yapıyor bahçede. Herkes dünü unutup mangal olayına giriyor.
 
Ertesi günü, gitme zamanım geldiğine karar vererek dünyanın en yüksek şehirlerinden birisi olan (4070 m) Potosi’ye doğru yola çıkıyorum. Potosi küçük bir şehir. Aynı zamanda soğuk. Mesela güneşe doğru solunuzu vererek durduysanız solunuz sıcak sağınız soğuk oluyor. Potosi’nin inişli çıkışlı yollarında yürürken asla acele etmemeniz lazım yoksa tıknefes oluyorsunuz. Şehirde gezinirken gözüm bir kuaförün camına takılıyor. Saçlar aslan yelesi gibi olmuş. İçeri giriyorum, berber abla bir teyzenin saçını kesiyor. Gir, gir diyor. Şimdi bitiyor. Latin Amerika’da bayan berber olayı çok yaygın. Kuaför salonları genelde uniseks. Bekliyorum. Abla 15 dakikada saçları kesiyor. Ederi 3 TL. Üstelik İstanbul'da dünya para verdiğim birçok berberden daha iyi kesiyor. Seviyorum ya ben buraları..
Ertesi günü, uzatmadan Uyuni’’ye doğru yola çıkıyorum. Bu arada benim dönüş tarihi belli oldu. Buenos Aires’ten 15 Haziranda uçuyorum. Artık yumurta kapıya dayandı. Artık şurada 3 gün kalıp kendime geleyim durumları yok. Zaman az ve gidilecek bir sürü yer var.
Hesapta Bolivya’da Amazon’a gidecektim ama olmadı. Rurrenabaque denen bir şehir var, oradan gidiliyor Amazon’a. Ya La Paz’dan 22 saat otobüs yolculuğu yapacaksınız ya da uçakla gideceksiniz. 22 saat otobüs yolculuğu yemediği için uçakla gitmek istedim ama yer olmadığından 2 gün La Paz’da beklemem gerekiyor. Ertesi gün tura çık, 3 gün tur yap, ertesi gün dön ve akşam yola çık derken 3 günlük tur bana bir haftaya mal oluyor. Vazgeçtim mecburen. Ama aha şuraya yazıyorum, benim elim en kısa zamanda tekrar Güney Amerika’ya gelir ve yapamadıklarımı bu sefer yaparım. Yapmazsam bana da Mutlu demeyin. Ne bileyim, Selami deyin. Lafı nereye getirecektim ben? Hah, Amazon’u yapamayınca bari meşhur Salar Uyuni turunu yapayım deyip Uyuni’ye geldim. Salar tuzla demek. Uyuni’de dünyanın en yüksek ve en büyük tuzlası var. 4x4 jeep’e 5 kişi binip, 2 gece 3 gün bölgeyi geziyorsunuz. 3 günün üç günüde tuzla gezisi değil elbette. İlk gün tuzlayı gezdikten sonra, dağ taş dolaşıp, lagün, volkan, dağ, ova ne varsa geziyorsunuz. Tuzla ve dağ manzaraları müthişti. Gezide 3 Kanadalı ve bir İngiliz kız ile İngiliz bir oğlan var. Akşam oldu mu bir soğuk oluyor ki, çantada ne varsa üst üste giyiyorsunuz. Kaldığımız yerler öyle hostel filan değil. Orada yaşayanların avlusunda bir odaya konmuş yataklar ve akar suyu olmayan tuvaletler var. Bizi gezdiren şoför aynı zamanda yemekleri yapıyor. Akşam olunca yapacak bir şey, gidecek bir yer olmadığı için biz ‘asshole’ denen bir iskambil oyununa takıldık. Bayağı eğlenceliymiş. Gerçi kim asshole diye sorulunca benim demek biraz garip oluyor ama olsun. Turun bittiği akşam saat 10 da trene binip bir sınır kasabası olan Tupiza’ya doğru yola çıkıyorum. Tren yolculuğunu özlemişim valla. Tren sarsıla sarsıla ilerlerken ben de çok keyifli bir uykuya dalıyorum. Sabahın dördünde Tupiza’dayım. İnternetten rezerve ettiğim (normalde rezervasyon yapmıyorum ama böyle abuk bir saate varacaksam bir yere yapıyorum) otelin kapısında zile basıp bekliyorum. 20 dakika bekleyip, birkaç deneme yaptıktan sonra kendime kuytu bir yer bulmak için ayrılırken, bir gözü kapalı bir abi kapıyı açıyor ben de o soğukta sokakta kalmaktan kurtulup hemen battaniyenin altında kıvrılıp uyuyorum. Tupiza sakin mi sakin bir mekan. Ben kendimi çok güvende ve rahat hissettim Tupiza’da. Hani öyle ki cüzdanını yolda düşürsen birisi arkandan koşup sana verecekmiş gibi. Tupiza’nın etrafı yürüyüş ve atla gezinti için ideal. Ben at binmeyi çok seviyorum daha doğrusu atları çok seviyorum. Burasıda hazır ucuzken yarım günlük at turuna çıkıyorum. Benim at sakin ama ara ara kafasına göre galopa çıkıyor. Tura gelen diğerleri de bunu benim marifetim sanıp ‘ne kadar zamandır ata biniyorsun’ diye soruyorlar. Gerçi 3-5 binmişliğim var ama bir şey sayılmaz. Fakat bir gün atım olacak. Aha, buraya yazıyorum. Yoksa bana Mutlu demeyin, Abidin deyin.
Tupiza’dan ayrılmak günü gelmişse bu zamandan, Bolivya sınırına giden bir tren kalkar bu gardan diyerek bir saat gecikmeli trenime binerek sınıra varıyorum. Arjantin sınırına geldiğimde, görevli memur biraz sohbet ettikten sonra ‘görüşürüz’ diyerek 3 aylık damgayı basıyor. Allah allah, nasıl bir ülkeye geldim ben? Sonra anlıyorum nasıl bir ülkeye geldiğimi. Anlatıcam, anlatıcam ama bunun için bir sonraki yazımı beklemeniz gerekiyor kuzucuklarım.

Hiç yorum yok: