15 Haziran 2011

HEMŞERİM, NEREYE? GİTME VE KALMA HALLERİ ÜZERİNE VAROLUŞÇU YAKLAŞIM

Geçen gün eniştemle telefonda konuşuyordum. Ne zaman dönüyorsun diye sordu. Ben, ‘daha çok gezecek ülke var enişte, bitirince döneriim’ dedim. Enişte, ‘gezip ne olacak hepsini, sonuçta aynı değil mi? deyince kalakaldım öylece. Hakikaten ya, dağ, taş, deniz, çöl, şehirler derken her yer benzer aslında. İnsanlarında derdi tasası aynı hemen hemen. Aşk-meşk, çoluk-çocuk, seks, eğlence, para-pul, iş-güç, kadın-erkek derken herkes yuvarlanıp gidiyor. Sahi ya, biz niye gidiyoruz ki?

Bir arkadaşım da şöyle demişti, ‘ingilizceden sonra italyanca öğrenmek istiyorum’ deyince. Yeter oğlum iki dil. İtalyanca bilerek ölsen ne fark eder ki? Of! Evet ya, O’ da haklı.
Ya ne yapmak lazım bu hayatta? Ne yapsan, fark etmiyor. Küçükken astronot olmak istemiştim, doktor ve dansçı olmanın ardından. Acaba, fark eder miydi astronot olsam? Hani, hayata dışından bakmak olayı durumu. Biraz daha mı bilge olurdum acaba diye düşünmeden edemiyorum.’ Benim için küçük ama insanlık için büyük bir adım’dan daha yaratıcı bir söz bulmak lazım. Adiler! lafta iyiymiş bu arada. Mesela, uzay yürüyüşü yaparken, birden havada kulaç atıyormuş gibi yapıp arkasından ‘Benim için normal fakat insanlık için büyük bir kulaç’ desem çok mu alıntı olur. Bence olmaz, çünkü bir kere benimki kulaç, adım değil. Hem ben küçük değil, normal diyorum. Biraz benzerlik olur artık. Tesadüf işte ..

Neyse, biz gitmek konusuna geri dönelim. Hemşehrim, nereye? İşte konunun zırt dediği nokta burası. Nereye gidiyorsun kardeş, gidilmez oraya. Bir de ‘gözümün önünden kaybolma bakiim’ var konuyla alakalı. Yani ne demek istiyorum burada? Gitmek, bizde hoş karşılanmaz. Gelmek hoş karşılanır (hoş geldiniz örneğinde olduğu gibi). Biz millet olarak bir yere gitmeyiz, bir yere geliriz. Şöyle ki, mesela İzmir’den İstanbul’a gitmişsek, otobüsten inince cep telefonuna sarılır, ‘Geldim ben, servisteyim şimdi. Yarım saatte orada olurum, siz çayı koyun’ deriz. Bir başka örnek vermek gerekirse, Ankaralı hemşehrilerimiz, yıllardır İstanbul’a gitmenin en güzel yanının Ankara’ya dönmek olduğunu zikrederler. Yani burada dönme eylemi (geri gelme olarak okuyunuz) gitmenin ötesine geçmiştir. Oldukça bilimsel olarak yapılan bu sosyolojik gözlemlerden sonra hala anlamadıysanız şöyle anlatayım. 

Nereye?
Sizce, yolun kendisi mi önemlidir, yolun sonunda ulaştığınız yer mi? Aha, apıştınız değil mi? Ya da sizi oraya ulaştıran her yol (hava yolu dahil) mübah mıdır desem ne dersiniz? Akil insanlar, yüzyıllardır bu konuyu tartışagelmişlerdir. Schopenhauer şöyle derdi muhtemelen. Yol, acı çekmektir! Ünlü Isparta’lı feylesof Çoban Sülü ise ‘Yollar yürüyerek aşınmaz’ diyerek konuya kesin bir nokta koymuş, hiç bir filozof bunun üzerine başka bir şey söyleyememiştir bugüne kadar. Gerçi, benim teorim bunun tam tersidir. Yani, yol bir adımda belki aşınmaz ama üzerinden geçen binlerce adımın yola uyguladığı dinamik ve statik kuvvetlerin bileşkesi düşünülecek olursa sonunda bir gün aşınacaktır. Kısaca, her şey aşınır. Vay be! Ünlü biri olsam bu sözüm kesin tarihe geçerdi. 

Anlayacağınız, daha çok konu var böyle sizin anlayamayacağınız. Yeter ki, soruları doğru soralım. Gerisi kendiliğinden gelir. Tam olarak kendiliğinden gelmez ama gelir işte bir şekilde. Mesela bulmak için aramak gerekiyorsa ve aradığımız dönüp dolaşıp kendimiz çıkıyorsa, o halde aramak niye? Ya da, şair, gitmek mi zor, kalmak mı zor. Gel sen bunu bir bana sor derken diyalektiğin sınırlarını mı zorlamak istemiştir? Her yolculuk içe yapılan bir yolculuk mudur yoksa basbayağı bir ulaşım aracına binerek A noktasından B noktasına gitmek midir? Ben size örnek birkaç soru sordum. Şimdi siz de bu örneğe benzer 5 soru sorun kendinize, bakın nasıl geliyor gerisi. Ya da en iyisi soru sormaktan vazgeçelim. Soru sor, cevabını ara. Bulama, mutsuz ol. Bul, mutsuz ol. 

Bana gelince, benim bir şey aradığım yok yahu! Buraya hazır tur lideri olarak gelmişim, uçak parası ödenmiş, evi kiraya vermişim, bir de kış var memlekette, şöyle bir gezip geleyim dedim. Yoksa, bilseniz ne kadar özlediğimi, TV karşısındaki koltukta bayılmayı : )

12 Haziran 2011

DUR! YOLCU. Yolcuya nasihatler

Durun bakalım, nereye hemen öyle? Ne güzel laflıyorduk işte. Hadi diyelim, yazdıklarımı okuyup gaza geldiniz ve gitmeye karar verdiniz. E, nasıl olacak? Hazır mısınız bakalım. Boru değil, gavur ellerde aylarca gezmek. Ne götürülecek, para nakit mi olmalı, kredi kartı mı daha iyi ? Sonra, hastalık, kaza var, hırsızı, uğursuzu var. Memlekette halledilecek bir sürü konuyu unutmamak lazım. Her şeyi düşünmek lazım değil mi? Gerek yok! Ben her şeyi düşündüm hepinizin adına. Hadi bu kıyağımı da unutmayın..
 
En önce
En önce nereye gideceğine karar vermek lazım dimi. Bir de kaç ay geçirilecek oralarda. Ona göre paracıkları ayırmak lazım. Güney Amerika taraflarına gelecekseniz aylık bin, Güneydoğu Asya’ya gidiyorsanız aylık altı yüz dolardan hesaplayın. Bu ne sürüngen bütçesi ne de ‘ben bir doların hesabını yapmam’ bütçesi. Vasat ama insani bir bütçe. Bu parayı TL olarak hesaba yatıralım lütfen. Ve de bankadan bir bankamatik isteyelim. Kredi kartını bankamatik gibi kullanmaya kalkarsanız epey bir komisyon ödersiniz. Ama bir tercihen iki kredi kartı (biri Master biri Visa olsa şahane olur) almak lazım. Benim gibi birini kaptırırsanız can simidiniz olur diğeri. Türkiye’de seyahat çeki olayına hiç girmeyin. Alması bir dert, iadesi bir dert, bir de bir sürü masraf. Bizim ülkede seyahat çeki istedin mi sanki ‘bu bir soygundur’ demişsin gibi bakıyor bankacılar. Kredi kartlarını aldınız ama birazda nakit bulundurmak lazım her daim pantolon altı cüzdanında. Bu cüzdan sizin hayatınız. Pasaportunuz, kredi kartlarınız ve nakitiniz bu pantolon altı cüzdanında olmalı. Cebinize fark ettirmeden dalabilirler ama pantolon altını fark edersiniz herhalde. Nakit dediğim mümkün oldukça küçük banknotlar şeklinde 300-400 dolar yeter. Özellikle sınır geçişlerinde çok faydasını görürsünüz. 

Biraz sonra
Para konusu hallolduysa, popoyu sağlama almak için yapılacaklar var sırada.
Pasaportunuzun fotokopisini aldığınızın yanı sıra, taratın ve kendinize e-posta olarak yollayın. Aşıları yaptırın (hepatit A,B, sarı humma, tetanos) ve aşı karnenizi unutmayın Genel seyahat sigortası veya en azından seyahat sağlık sigortası yaptırın Kredi ve banka kartının numaralarını not edin. Yanınıza 2-3 vesikalık alın (beyaz fonlu) Cep telefonunuzun yurt dışında arama ve aranmalara açık olduğunu ve cep telefonunuzun gideceğiniz ülkelerin frekansına uyumlu olup olmadığını kontrol edin. Eğer benimki gibi külüstür bir telefonunuz varsa burada havanızı alırsınız. Gerçi, belki de böylesi daha iyidir. Telefon parası girmesin diye varsa bilgisayarınıza ve olabiliyorsa telefonunuza Skype, Wiro yükleyin. Fatura ve düzenli ödemeleriniz için internet bankacılığı üzerinden otomatik ödeme ve/veya düzenli ödeme talimatları verin ve faturalarınızı mail adresinize isteyin. Tarihi geçmişte olsa bir elektronik uçak biletini e-postanızda muhafaza edin. Bazı ülkeler ülkeden ayrılış bileti istiyor. Bilet üzerindeki tarihleri değiştirip kendinize bir bilet hazırlayabilirsiniz (Ah şu üç kağıtçı Türkler kitabından..) Siz seyahat ederken evinizi kiraya verin, hem masraflar ödensin, hem de size kalsın biraz. Fena mı olur? 

Daha sonra
İnsan hayatta ne kadar az eşyaya ihtiyaç duyduğunu böyle seyahatlerde anlıyor. Sırt çantam ve küçük çantamın toplam ağırlığı 20 kilo ve içinde ihtiyacım olan her şey fazlasıyla var. Aslında çok daha azıyla yaşamak mümkün. Seyahatin altın kuralını bilmeyeniniz var mı? İhtiyacın olanı düşündüğün eşyanın yarısını, paranın iki katını al. Aslında bu kural yetiyor her şeyi anlatmaya ama ben yine de biraz detaylandırayım sizin gül hatırınız için. Evet soruları alalım, teker teker lütfen.
Sırt çantasının ebadı ne olmalı?
Olabildiğince küçük olmalı ki, fazladan bir şeyler tıkıştırma durumunuz olmasın. Zira çanta büyüdükçe, nasıl olsa yer var deyip habire bir şeyler alınıyor. Ortalama 60-70 lt. çanta yeterde artar bile. Ha birde kalitelisinden bir şey alın. Ortopedik, su geçirmeyen, sağlam bir çanta olsun. Ne de olsa bir süre eviniz olacak.
Ebat mı ağırlık mı?
Terbiyesiz, ben senin niyetini anlamadım sanma. Ebat önemli ama ağırlık daha önemli. Benim gibi yapmayın, yolculuğa max. 15 kilo ile başlayın (ideali 10-12 kg.), zaten zaman içinde 20 kiloya ulaşır. Tek seyahat etmenin dezavantajlarından birisi ağırlık. Çift olunca, rehber, bilgisayar gibi şeylerden birer tane yeter ama ayrılırsanız açıkta kalırsınız tabi. Aslında en iyisi ara sıra yalnız, ara sıra birileriyle seyahat etmek.
Kıyafet konusu nasıl?
En çok feragat edebileceğiniz konu kıyafet olmalı. Zira ihtiyaç anında, her gittiğiniz yerde oldukça ucuza tişört, don, çorap, etek, pantolon artık ne halt lazımsa bulmak mümkün. Hem böylelikle gittiğiniz yerlerden bir şeyler alabilmek için bahaneniz olur. Ben üzerimdeki dahil 4 tişört, 2 pantolon ve bir şortla yola çıktım, gayet yeterli valla. Tişörtün biri uzun kollu olursa iyi olur, sivriler açısından yani.
Peki, yağmurda, soğukta ne yapıcaz?
Güzel soru. Her ne kadar sıcak iklimlerde geziyor olsak ta, bazı yerler oldukça soğuk ve zaman zaman yağışlı olabiliyor. Dolayısıyla, kaliteli ince bir polar ve sıkı bir yağmurluk şart.
Ya ayaklar?
Akılsız derdin cezasını çekmesin diye ayaklara önem vermek lazım. Onu içinde paraya kıyıp, rahat, su geçirmeyen, goratex bir ayakkabı ve bir kaç çift kaliteli yürüyüş çorabı almak şart. Sıcak havalar içinde bir sandalet ve kaldığınız yerlerde ve günlük olarak giymek için bir parmak arası aldınız mı ayak konusu tamam demektir.
Bir de temizlik malzemesi lazım herhalde?
Aferin, nerden bildin.. Valla abartmadan ihtiyacınız olan şeyleri alın ama mesela 6 ay yetecek tıraş bıçağını baştan almaya gerek yok. Klasik havlu yerine, outdoor malzeme dükkanlarında satılan, çabuk kuruyan, çok su emen ve az yer kaplayan teknolojik havlulardan alın.

Örnek çanta muhteviyatı
 
Teknolojik aygıtların hepsini götürmeli mi?
Cep telefonu ve şarjı, fotomak ve şarjı zaten el mahkum gidiyor. Eğer bilgisayar yoksa, yüksek kapasiteli foto hafıza kart götürün. Ipodumsu bir müzik aleti en azından bazı otobüslerde abuk sabuk film gürültüsünü duymamak için önemli bir ihtiyaç. Hem memleket havalarından da bir potpuri yüklediniz mi, özledikçe dinlersiniz.
Laptopumu alayım mı yanıma?
Olmaz. Götüreceksen netbook götüreceksin. Hafif ve küçük. 400 dolares verdin mi senin oluyor. Ben getirdim ve hiçte pişman olmadım. Latin Amerika’da hostellerde, kafelerde wifi çok yaygın. Üstelik çektiğiniz fotolarıda internete yüklerseniz kaybetme riskine karşı süper olmaz mı? Ancak neresinden baksanız kılıfı, şarjı derken yaklaşık 2 kg. demek. Ben hem blog yazdığım hem de oldukça fazla miktarda foto çektiğim için ilaç gibi geldi. Sadece internet ve mail ihtiyacım var benim diyorsanız Iphone veya eş değer cep telefonunuz varsa -ki neredeyse herkesin var ben hariç-. Yeter artar bile. (Sevgili okurlar, arkadaşlar, yoldaşlar benim cep telefonu sizlere ömür. Eskiyen cep telefonlarınız seve seve kabul edilir. Hayatımda sadece ilk cep telefonumu satın aldım. Ondan sonrakiler hep arkadaşların küçülenleri oldu : )) Ha, bir de divx formatında (daha az yer kaplıyor) film yükleyin, uzun yolculuklarda veya canınız sıkıldığında seyredersiniz mis gibi.
Uyku tulumu şart mı?
Şart değil. Ben uçaktan inerken dağıtılan battaniyeyi yürüttüm, arada işe yarıyor. Hem küçük hem hafif. (bu diyarlarda otobüslerde klima yok, onun yerine buz gibi hava üfleyen canavarlar var ve kıçınız donuyor)
Sineklik?
Backapackersın sen backpacker kal. Raconu bozma ve öyle asortik şeyler alma.
Yok mu başka abuk subuk soru? Yok ha! Peki, ben devam edeyim o zaman.
Başka?
'Lonely Planet' denen kitap ne kadar da abuk olsa özellikle ulaşım konusunda oldukça faydalı. Ağır ama çare yok. Kitap okuyorsanız ve lisan biliyorsanız o lisanda kitap götürün ki bitince başka bir kitapla değiştirebilesiniz yoksa türkçe kitap elinizde patlar.
Ben bu seyahatte dalacağım için benim için en önemli ekipman olan dalış bilgisayarı ve maske-şnorkelimi götürdüm. Demem o ki, vazgeçemeyeceğiniz ekipmanınız varsa ve küçükse alın derim. Minik bir ilk yardım çantası yapın ama b.k nu çıkartıp bizim Hollandalı gibi 2 kilo malzeme getirmeyin. Buralarda adım başı eczane var.
Bir İngilizce-İspanyolca ‘phrase book’ edinin.
Son söz?
Hımm! Gezerken her daim sakin ama ihtiyatlı olun.. Kabullenmesini öğrenin. Sabır seviyenizi yükseltin. Dünyayı değiştiremeyeceğinizi, değişiklik arıyorsanız kendinizden başlamak gerektiğini anlayın artık. Ne menem biri olduğunuzu görün. Bir de gülümseyin ve sevişin bol bol 

Bu sayfayı yazdır                                                                                        Bu sayfayı yazdırma

7 Haziran 2011

arJantin (kuzeyi ama)

Hemen atlamayın sazan gibi,başlıkta yazım hatası yok, bilerek öyle yazdım. Arjantin’de İspanyolcanın J’lisi konuşuluyor. Ne kadar y varsa hepsini j diye telaffuz ediyor Arjantinliler. Mesela playa (plaj) plaja, desayuno (kahvaltı) desajuno, toalla (toayya diye okunur) toaja gibi. Arjantin’e ilk geldiğim anda biraz dumur oldum bu gariplik yüzünden ama artık alıştım. Abiler ne zaman j li birşey söylense ben aklımdan j yerine y koyup anlıyorum artık. 
 
Hep sorulan sorudur, gezdiğin ülkeler arasında hangisini daha çok sevdin diye. Valla ben hepsini ayrı sevdim ama nerede yaşamak istersin deseler ya Kolombiya ya Arjantin derim. Tamam iki ülkede de hatunlar hoş ama asıl sebep bu değil. Ne mi? En iyisi size birkaç örnek vereyim. Bolivya sınırını geçtikten sonra malum Arjantin sınırına geldim. Görevli memur bir yandan pasaportuma bakarken bir yandan sohbet ediyoruz. İşlem bittikten sonra, görüşmek üzere demesin mi! Hangi ülkede gümrük polisi görüşmek üzere der ki. Sınırı geçtikten sonra ilk durak, Humahuaca. Gecenin bir saati kaldığım yatakhaneye gelen (turist olarak yani) Arjantinli Paola ile en fazla bir saat sohbet etmişizdir. Ertesi günü ayrılırken öyle bir sarıldı ki sanırsın kırk yıldır tanışıyoruz. Anladınız mı şimdi?

Humahuaca yakışıklı bir kasaba, hem de sakin
Humahuaca, biblo gibi kasaba. Al, salona koy, seyret. Zaten minicik bir yer. Dolaşırken aynı yerden kaç kez geçtiğimi hatırlamıyorum. Kasabaya akşam üzeri vardığım için (candarma yolda iki saat boyunca didik didik otobüsü aradı) hostele yerleşip gözüme kestirdiğim bir restorana dalıyorum hemen. Aman aman, nefis ekmek ve acılı domates sos geliyor masaya atıştırmalık olarak. Çok mesudum. Arkasından gelen peynirli ve kıymalı empanadaları (bir nevi kıymalı /peynirli poğaça ama sıcak geliyor) bir lokmada götürüyorum. Bu empanada denen nesne tüm ülkelerde var ama Arjantindeki kadar lezzetli değil hiç birisi. Gerçi Meksika'da da fena değildi, hakkını yemeyelim. Ama kuzeyde daha çok börek hamuru gibi açıyorlar.
Ben yemekleri götürürken yan masada oturan Kanadalı bir oğlan ve Arjantinli sevgilisi ile tanıştım ve arkasından onların masasına dahil oldum. Abi buralarda seyahat ederken tanışmış kızla ve arkasından yerleşmiş Arjantine. Şimdi ülkenin kuzeyini bisikletle geziyorlar. Ne hoş dimi. Ama arabayla gezmek varken bisiklet niye ya : ) Arjantinliler hem kendi ülkelerinde hem de Güney Amerika’da seyahat ediyorlar. Sizde durum ne? Hadi buralara gelemiyorsunuz anladıkta bari ülke içinde seyahat edin. Ama nerdee! Anca, Bodrum, Çeşme tatili. Ha, bir de son yıllarda pek trend olan Mardin. Ay! geçenlerde Mardin’e gittim, çok mistik bir yermiş. Yahu Mardin yüzyıllardır orada, yeni mi aklınıza geldi gitmek.
Geldiğimin ertesi günü, 24 Mayıs, Arjantin’in devriminin 201. Yıl dönümünün bir gün öncesi, çocuklar kutlama yapıyor Arjantin’de. Aileler çocukları büyükler gibi giydiriyorlar ve meydanda dans ediliyor, hediyeler dağıtılıyor filan. Ben kendimi kaybedip bir saatte yüzden fazla fotoğraf çekmişim.

Ben de çocukluğumu hatırladım valla

Güzelliklere bakın

Humahuaca’da ilginç bir şey daha var. Her öğlen tam on ikide kilisenin saat kulesinde aşağıda gördüğünüz pencerenin kanatları açılıyor ve buranın azizi arz-ı ediyor. Sadece 90 saniye süren bu gösteride aziz efendi mekanik bir düzen aracılığı ile elini, kolunu oynatıyor filan. Ya bu katoliklik buralarda zorla kabul ettirilen bir din olmasına rağmen kraldan çok kralcı olmuş bu latinler. Neyse, kendilerinin bileceği iş.



















                      Dikkat edin pencereye Ve mucize gerçekleşiyor..

Humahuaca’dan sonraki durak iki saat güneyde yer alan Tilcara. Tilcara’da otobüsten inip pansiyon ararken bando sesi duyuyorum. Halk yolun iki tarafına sıralanmış, ben aralarından ilerliyorum. Hay Allah! Benim için değilmiş hazırlıklar. Bugün devrim yıldönümü kutlamaları var ya, unutmuşum.

Vay be! her şey hazır
Tamam, ben de geliyorum
Ben de pansiyona yerleştikten sonra elimde Arjantin bayrağı ile kutlamalara katılıyorum. Bu ülkeyi fazla benimsedim herhalde. Tören geçişi başlıyor ama bitmiyor bir türlü. Yahu bir kasabada bu kadar uzun tören olur mu. 4 saat boyunca her türlü resmi, sivil, yarı resmi kurum ve bütün okullar geçiyor. Törenler bitince yeme-içme faslı başlıyor, akşama da durmaksızın içme olayı var tabi. Onlar içerde ben geri kalır mıyım. Hostelin çalışanları ile bir bara gidiyorum. Bir şarap söylüyorum ama şarap şişeyle geliyor. Kadeh satılmıyormuş burada. Olsun, gelen şarap bizdeki bir kadeh parasına, bir güzel içip sarhoş oluyorum ama bu sefer dans yok. Zira yerel havalar çalıyor ve bir nevi çifte telli ve Ankara misketi tarzı danslar ediyor insanlar.
Ertesi günü, günü birliğine yarım saat mesafede bulunan Purmamarca’ya gidiyorum. Purmamarca, Unesco mirası listesine girmiş, mini minnacık bir köy. Önce bir saat mesafedeki Grand Salinas’ı (Büyük Tuzla) sonrada yedi renkli dağı ziyaret ediyorum. Burada dağların hepsi ayrı bir renk cümbüşü.

Backstage
Dağlar, dağlaaaaar..
Sırada, Salta şehri var. Salta kasaba ruhlu bir şehir. Aman aman bir şehir olmasa da, kendinizi öyle rahat, öyle emniyette ve huzurlu hissediyorsunuz ki rahatlıkla üç beş gün kalabilirsiniz. Ben iki gün kalıyorum. Artık geri sayım başladı, oyalanma dönemleri geçti artık. E, ne demişler yolcu yolunda gerek.

Salta'da huzur var
Bir de böyle güzel binalar

Buradan dört saat mesafedeki Cafayate’ye geçiyorum ve pek te iyi yapıyorum. Cafayate, Arjantin’in önemli şarap bölgelerinden birisi. Rakım 2000 metre ve dağlarla çevrili bir bölge. Şarap için yüksek rakım gibi görülse de sonuçlar oldukça başarılı. Kasabaya ilk geldiğim gün etrafta dolaşırken nedense kendimi burada yaşıyor gibi hissediyorum. Bir saatte keşfediyorsunuz zaten kasabayı. Büyük bir alanda Rahip Dario’nun yüzlerce kişiye verdiği vaizi dinliyorum biraz. Bunların ayinlerinin güzel tarafı sadece konuşma olmayıp arada müzik ve dans olması. Beni müzik ve dans kısmı ilgilendiriyor doğal olarak.

Gel de buraya yerleşme..

Akşam üzeri hostelde, Tilcara’da tanıştığım Danimarkalı kızlar Line ve Amanda’ya rast geliyorum. Uzun süre seyahat ediyorsanız, tanıştığınız insanlara başka şehir ve ülkelerde rastlamak çok olası. Beraber akşam yemeğine gidiyoruz saat sekiz gibi. Aa! restoranda hiç bir şey hazır değil. Garson, ancak bir saat sonra hazır olur yemekler diyor. Arjantin’de akşam yemeği, İspanyadaki gibi saat 9-10 civarında yeniliyor. Allahtan empanadas her daim var da şarap ve empanadas ile yemek saatine kadar oyalanıyoruz. Yemek esnasında, yan masada oturan Arjantinli bir amca (sonradan yaşının 76 olduğunu öğrendiğim pek neşeli ve oldukça dinç) yemekten sonra içki içmeye davet ediyor bizi. Ancak Pazar günü olduğu için her yer erkenden kapatmış ve biz de amcanın müzisyen kızının arkadaşlarıyla prova yaptığı kapalı ama açık bir bara gidiyoruz. İçeride 10-15 kişi var yok, kısa zamanda tek masa oluveriyoruz. Arjantinde hemen kaynaşılıyor böyle.

Sonrada, böyle de bir bağ sahibi olma..

Ertesi gün, öğlen bisiklet kiralayıp Cafayate’nin etrafında yer alan birkaç şarap bağını ziyaret ediyorum. O kadar pedal çevirmenin ödülü her şarap evinde tattığım şaraplar oluyor elbette. Yöreye özgün Torrente üzümünden yapılan beyaz şarap buranın simgesi olmuş adeta. Torrente, aromatik, burunda ve ağızda uzun, yarı gövdeli, meyvemsi bir şarap. Kırmızı şarap olarak üretilen Tannay ise gövdesiz ve yüksek tanenli yapısıyla benim ilgimi fazla çekmiyor. Vay be, Mehmet Yalçın gibi mi konuştum acaba? Ne yapayım, şarap ve kahve her zaman ilgimi çekmiştir benim. Seviyorum işte, seviyorum, seviyorum.
Cafayate’den gerisin geri Salta’ya dönüyorum ertesi gün. Efendim, dönüşümün sebeb-i hikmeti, buradan İguazu Şelalelerine gidecek olmam. İguazu şelaleleri dünyanın en büyük şelalelerine sahip milli park olması nedeniyle dünyanın her yanından insanın ziyaret ettiği bir park. Salta^dan yol 24 saat sürüyor ve bu memlekette otobüs pahallı. Ama yok bu sefer zamanı da parayı da harcayıp İguazu’ya gidiyorum. Allahtan otobüsler konforlu da yol çekiliyor. Normalden geniş ve 160 derece yatan koltuklar, film, yemek, blog yaz derken vakit geçiyor. Iguazu şelalelerinin bulunduğu Puerto Iguazu kasabasında bir halt yok. Dolayısıyla fazladan kalmaya da gerek yok. Ben de öyle yapıp, ertesi gün hostelden ayrılıp (çantayı otelde bırakabilirsiniz) Iguazu parkını geziyorum ve akşama otobüse binip son durağa doğru yola çıkıyorum. Parkta şelalelerle karşılaştığım ilk anı tarif etmek mümkün değil. Hafif salaklıkla karışık bir mutluluk hali ve ağız kulaklarda bir şekilde bakakalıyorum öyle. Gerçekten de gördüğünüz manzara daha önce gördüğünüz hiç bir şeye benzemiyor. Hani cennet tasviri yapılır ya, her yerinden şırıl şırıl sular akan mekan olarak. İşte burası bir nevi cennet. Bir nevi zira, burada sular şırıl şırıl değil gürül gürül akıyor. O,’ Garganta del Diablo’ türkçesi Şeytanın Boğazı denen yerde akan suyun şiddeti, gücü nedir öyle. Tapınasınız geliyor bu güce. Öylece salaklaşıp, büyüleniyorsunuz. Parkı gezerken gördüğünüz hayvanat ve nebatta hediyesi oluyor bu gezi. Bu turu yapmış olmanın gururu ile Buenos Aires’e yaptığım 20 saatlik yolculuk vız geliyor tırıs gidiyor.

31 Mayıs 2011

YÜKSEK, SOĞUK, YERLİ, UCUZ, TUĞLA, FAKİR, EVO...

Bilin bakalım hangi ülke bu. Bilemediniz dimi. Bolivya olacaktı doğru cevap. Bolivya dağlık memleket, şehirlerin çoğu yüksek irtifalarda kurulmuş. Başkent La Paz, dünyanın en yüksek başkenti (3700 m.) Potosi, dünyanın en yüksek şehirlerinden birisi (4070 m. ) Diğer yerleşimlerde üç binlerden az değil. Böyle olunca n’oluyor? Güneş battığı saniyeden itibaren ortalık buz gibi oluyor. Bolivya’ya gelince kazak, bere ve eldiven almak zorunda kaldım. Allahtan ucuz memleket. Güney Amerika’nın en ucuz ülkesi olur kendileri. Mesela 10 saatlik yolculuk 15 TL, günün menüsü 2 TL, kazak 15 TL (turist fiyatı) gibi. Aynı zamanda kıtanın en fakir ülkesi de Bolivya. 
 
Niye yerli? Kıtadaki yerli nüfusunun en yüksek olduğu ülke de ondan. Diğer ülkelerde İspanyol melezi ve Avrupa asıllı oranları çok daha yüksek Bolivya'ya göre. Bence Güney Amerika'yı kültürel anlamda anlamak için gidilmesi şart iki ülke var. Peru ve Bolivya. Tuğla ne peki derseniz, bu ülkede binaların çoğu tuğladan örülüyor ve öylece kalıyor. Ne sıva ne boya hak getire. Kolonyal dönem yapıları ve yeni modern yapıları saymazsak ülke ‘adobe land’ gibi. Şehirlerdeki tuğlanın yerini köylerde briket ve kerpiç alıyor.
Bir de meşhur Evo var. Hani şu resmi görüşmelere bile desenli kazağı ile giden, Amerika’ya kafa tutan, eski koka yetiştiricisi, ülkenin ilk yerli başkanı Evo Morales. Bizim ülkede parti kursa oyumu veririm kesinlikle.
Ha, bir de Copacabana konusu vardı değil mi? Copacabana bu kıtada bol. Brezilyada, Bolivya'da ve Kolombiya'da de birer Copacabana var. Allah bilir başkada vardır ama ben bilmiyorum. 

Hesapta Cusco’dan direk Copa bileti aldım ve sınırı geçip öğleye doğru Copa’dayım. Elbette böyle olmadı! Sabahın beşinde Puno’ya vardığımızda hadi burada iniyorsun, yedi buçukta başka bir otobüsle devam edeceksin deyince benim uykunun içine edildi tabi. Üstelik ancak öğleden sonra varabildim Copa’ya. Ama dedim ya, bunlar artık beni bozmuyor. Böyleyse böyle. Klasik faaliyetlerden sonra akşam üzeri fotoğraf makinamı alıp meşhur Titicaca gölünün kıyısına gittim. Bu Titicaca gölünün yarısı Peru'da, yarısı Bolivya'da. Dolayısıyla iki ülkeden de seyredebilirsiniz manzarayı. Ben backpacker tavsiyeleri sonucu Bolivya’yı seçtim. Göl manzarası kopuyor. Hele ertesi sabah erkenden uyanınca uçuk manzaraları fotoğraflayarak bir nevi sabah seksi yapmış gibi güne başladım.

Uyanmamın asıl sebebi Isla del Sol yani Güneş adasına gitmek. Bu ada Peru’nun en eski topluluklarından olan Tiwanaka’ların ilk yerleşim yerlerinden. Bu kadar tarih bilgisi yeter. Sabah gölde iki saat yolculuktan sonra adanın güneyine ulaştım. Neymiş efendim, buraya gelinince adanın bir ucundan diğer ucuna yürümek gerekirmiş. Hadi bari öyle olsun diyerek yürüyüşe başladım. Daha 100 metre gittim ki elinde bilet koçanı olan genç bir oğlan durdurdu beni. Efendim, adada tarihi kalıntılar varmış bunları görmek için 10 Bolivyano (1 dolar 7 Bolivyano) ödemek gerekiyormuş. Hadi öyle olsun deyip ödedim. Benden başka 8-10 kişi daha var yürüyen. Güneşin alnında adanın sırt hattında ilerliyoruz. Göl manzarası enfes ama irtifa 4000 olunca yürümek kolay olmuyor.

Neyse oflaya puflaya yolu yarıladım ki, yolun ortasında iki adam yine ellerinde bilet koçanıyla bekliyor. Amigo!, 15 Bolivyano ödeyeceksiniz. Ödedik zaten. O adanın kuzeyi içindi. Güneyinde de tarihi kalıntılar var, bu para onun için. E, onları görmesek de olur. Olmaz yine ödeyeceksiniz. La havle! Al kardeşim 15 Bolivyanonu, zaten güneş tepemde bide sen çıkma başıma. Turizmi fırsatçılık olarak algılayan zihniyetten nefret ediyorum ama ne yazık ki dünyanın bir çok yerinde aynı durum geçerli. Yaklaşık 4 saatlik yürüyüşten sonra adanın güneyine varıyorum. Bir pansiyon bulup yerleşsem, bir de duş oh mis gibi olur diye düşünürken köyün girişinde bir amca 10 Bolivyano demesin mi! Bu durum artık Deli Dumrul hikayesine döndü. Yok amca dedim, yeter artık sıktınız. Allahın adasında yürümek için ikide bir para olur mu? Vermesine verirdim ama ancak yemek ve yatak parasıyla gelmişim adaya. Vermedim neticede. İyi ki de vermemişim param kuruşu kuruşuna yetti valla. Neyse bir pansiyona yerleşip 2 dakika sınırlaması olan duşumu aldıktan (adada su taşıma yoluyla olduğu için mecburen böyle) bahçedeki şezlonga yerleşip cigaramı yakıp güneşin batışını izlemeye koyuldum. Akşam da buranın meşkur balığı olan trucha (ingilizcesi trout, türkçesi ne peki) ızgara yedikten sonra misler gibi uyudum. Ertesi sabah adadan ayrılıp, Copa’dan otobüse binerek La Paz’a doğru yola çıktım.

Otobüs La Paz’a yaklaşırken ortada hiç şehir belirtisi yok. Kerpiç binalar, karanlık caddeler ve yok kenarlarında bir sürü satıcı ile adeta ‘Yoksa ben Ortadoğu’ya mı geldim’ hissi uyandıran bir manzara var.

Yarın görücez bakalım nasıl bir yere gelmişiz. Hemen garaja yakın bir hostelde yer ayırtmıştım. Hostelin adı Adventure & Brew. Adından da anlaşılacağı üzere macera turu sunan ve bir bira imalathanesi (brewery) olan bir hostel burası. Her akşam özel yapım bir bira hediye. Abiler değişik bir olaya girmişler ama bence biralar başarısız. 3 tip bira yapmışlar. Sarı, siyah ve kehribar. Bir kere yeterince gövdeli değil biralar ve hepsi buz gibi sunuluyor. Bedava diye hepsinden içtim ama asıl bira nasıl olur, yakında göreceksiniz!! Yok öyle hemen cevabı vermek. Hayat sürprizlerle dolu. Ben de size bir sürpriz yapayım görün bakalım.
Brew kısmını böylece anladıktan sonra Adventure kısmını da denemeye karar verip ‘Dünyanın En Tehlikeli Yolu’ denen parkurda bisiklet binmeye gittim. Yolun tehlikeli oluşu şöyle. 4000 metreden bir dağın yamacında kıvrıla kıvrıla inen 3 metre genişliğinde stabilize yol düşünün.

Bir zamanlar ulaşım için kullanılan bu yolda freni tutmayan ya da virajı alamayan araçlar 300-500 metrelik bir uçuşla vadiye gömülüyormuş. Arada uçan bisikletlilerde olmuş. Yeni yol yapıldıktan sonra bu yol tamamen bisikletçilere kalmış (ara sıra geçen araçları saymazsak). İşte tur bu yolda yapılıyor. 30 km. lik yol tamamen iniş. Bu da hız demek. Eğer virajı alamazsanız bayyy.
Neyse ki bisikletler teknolojik. Frenler hidrolik ve kask, dizlik, dirseklik ve tulum mecburi. Başta ve sonda birer rehber var ve tur öncesi sıkı bir brifing veriliyor. Robocop gibi kuşandıktan sonra tura başladık. Yol sakat olsa da bisiklet turunun en güzel şekli bu, yokuş aşağı olması : ) Yolun büyük bir kısmını sapasağlam atlattıktan sonra rehberimiz son 5 kilometrenin artık tehlikeli olmadığını söyledi. Herkes tulumları çıkardı ve turun son kilometrelerinin keyfini çıkarıyor. Ben de tam manzarayı seyrederek derin düşüncelere dalmıştım ki, başımda birileri ‘İyimisin’ diye soruyor. N’olduki şimdi bu insanlar başımdalar. Aa! Ben niye yerdeyim ya? Ne zaman düştüm ki ben ve de nasıl? İyiyim iyiy’m diyerek kalktım yerden. Sadece hafif bir ağrı var kalçamda ve sırtımda. Muhtemel sıyrık, çizikte vardır ama olu o kadar deyip bis’klete bindim tekrar. Dikkatlice ilerliyorum ama bir gariplik var. Ben neredeyim? Neden bu insanlarla beraberim? Yoksa bunlar Türkiye’ye gelmiş yabancılar mı? Yok ya ben sanırım başka bir yerdeyim? İyi de nerede ve niye? Bir dakika ben İstanbul, Türkiye'de yaşıyorum ve adım Mutlu Günay. Başka? Başka bir şey yok valla. Bir sonraki molada ‘pardon biz nerdeyiz’ diye sorunca herkes bir garip baktı bana. La Paz’dayız. La Paz? Bolivya La Paz. Burada ne yapıyoruz? Bisiklet turu. Nerde kaldığını hatırlıyor musun? Yoo! Kızın biri ‘sabah beraber geldik ya. Aynı oteldeydik, beni hatırlamıyor musun? Bu kadar güzel bir kızı bile hatırlamadığıma göre benim hafıza gerçekten uçmuş : ) Rehber sen kalan kısmı araçla gel diyor. İtiraz etmeden biniyorum minibüse. Bu bilmeceyi çözmem lazım. La Paz, Bolivya, Güney Amerika, Orta Amerika derken 20 dakika sonra hatırlıyorum her şeyi yeniden. Düşüş anı ve de öncesi hariç. O hala yok. Çok acayip bir şeymiş bu hafıza kaybı ya! Birden herşey sıfırlanıyor.Turu tamamlayıp otelde duş aldıktan sonra aynada sırıtma bakıyorum ki, sol taraf yukarıdan aşağı yara bere içinde. Artık benim façam var dünyanın en tehlikeli yolunda pisiklet binerkene : )

Yorgunluk, ağrı derken erkenden yatıyorum ve sabah kalktığımda çok daha iyiyim. Kahvaltıdan sonra bakalim ne menem bir yermiş bu La Paz diyerek şehir turuna çıkıyorum. Pekte matah bir yer değilmiş vesselam. Dağların çevrelediği, tuğla binaların dağların yamaçlarını doldurduğu, trafiğin arap saçı olduğu, güneş gitti mi buz gibi olan, tıkış tıkış bir şehir La Paz.

Ancak La Paz’a yolunuz düşerse minik ama çok bilgilendirici ‘Koka Müzesini’ gezmenizi tavsiye ederim. Koka bitkisi, faydaları say say bitmez bir bitki. Aşırı eforlu işlerde çalışanlar, mesela maden işçileri dayanılıklarını korumak için devamlı koka çiğniyorlar. Buraya gelen herkes gibi ben de denedim elbet. Kokain, koka bitkisinden elde edilen bir alkoloid. Konumuzla alakası yok tabi. Ama ilginç bir bilgi, 1894 yılına kadar Coca Cola’da kokain kullanıldığını biliyor muydunuz? Coca Cola ismi de kokadan geliyor. Halen, coca colada koka bitkisi kullanılıyor ama sadece aromatik olarak. Amerika’da koka bitkisini işleyerek ilaç yapımında kullanan firmanın sahibi Coca Cola. Bolivya, Kolombiya ve Peru’dan sonra koka bitkisini yetiştiren üçüncü ülke olmasına rağmen koka işleme hakkına sahip değil. Buna rağmen Amerikan Uyuşturucu Dairesi Bolivya’ya yerleşmiş ve koka ekim alanlarını denetlemeye çalışıyor. Evo Morales’in en başarılı hareketi bunların kıçına tekmeyi vurmak olmuş. Evo’nun meşhur sloganı, ‘Yes koka, no kokain’ tarihe geçecek bir slogan olmuş.
La Paz’ı bu kadar görmek yeter deyip gece otobüsüne atlayıp Sucre’ye doğru yola çıkıyorum. Sucre Bolivya’nın ikinci büyük şehri olmasına rağmen hani türkçede nasıl denir oldukça mellow bir şehir. La Paz ‘de facto’ olarak başkent ama ülkenin anayasal başkenti Sucre.

Bir aile pansiyonuna yerleşiyorum. Burayı adından dolayı seçtim. Wasi Masi. Anlamını bilmiyorum ama kulağa hoş geliyor. Hele de 7 dolara duşu tuvaleti olan bir oda bulunca tamam diyorum burası benim yerim. Otobüste tanıştığım Alman oğlan Thorsten’le kahvaltı yaptıktan sonra hostele dönüyorum. Bahçede, elinden sigara eksilmeyen, yüzünde bir düzineden fazla piercingi olan, saçlar üç numara kesilmiş ve çok konuşan genç bir oğlan var. Tam benim adamım. Adı Hamish, Kiwi yani Avustralyalı, 25 yaşında bir oğlan. Anlatıyorda anlatıyor. Alkolikmiş ama 18 aydır ağzına sürmüyormuş. Aynı zamanda junkie yani uyuşturucu bağımlısı. Alkolü bırakınca uyuşturucu durumunu abartmış. Aman diyorum, dikkatli ol, Bolivya’da hapiste bir gün bile geçirmek istemezsin diyorum. 3 gün geçirdim diyor ve anlatmaya başlıyor. Kusura bakmayın, hikaye çok uzun burada anlatmaya kalksam sayfalar tutar. İşin özü, uyuşturucu peşinde yanlış yerde, yanlış insanlarla bulunduğu için nezarette 3 gün geçiriyor. Çıktıktan sonrada soluğu Sucre’de bu pansiyonda alıp, uyuşturucusuz bir döneme geçiyor. Gerçi alkol ve uyuşturucunun yerini çenesi ve sigara almış. Devamlı konuşuyor ve sigara içiyor. Eli kolu durmuyor yerinde. Tam filmlerdeki junkie karakteri. Ama çok sevimli oğlan. Saatlerce konuşuyoruz hayat memat meselelerinden. Baba sevgisi hiç bilmemiş. Anne-baba boşandıktan sonra 15 yaşında alkole başlamış ve arkası gelmiş. Gece beraber dışarı çıkıcaz. Bir gece önce hoş bir Bolivya’lı kızla tanışmış, O da gelecekmiş. Thorsten’i de alıp çıkıyoruz. Barın adı Joy Ride. Sucre’ye giderseniz kaçırmayın. Müzik iyi, ortam hoş, içki ucuz. Bizim oğlan gerçekten de içmiyor. Sadece dün tanıştığı kıza ve onun kız arkadaşlarına içki taşıyor bütün gece. E, kolay değil tabi hatun götürmek : ) Ama işe yarıyor, gayet samimi pozlar sergiliyorlar dans ederken. Ben klasik üçüncü biradan sonra sarhoş olup dans etmeye başlıyorum. Thorsten ise yılmak yorulmak bilmeden bardaki her hatuna sırayla sarkıyor. Gece ikide benim pil bitince pansiyona dönüyorum. Ertesi günü ikisininde uyanmasını merakla bekliyorum. Öğlen uyanıyorlar ama yalnız ikisi de! Bütün çabalar boşa gitmiş. Gençler, olur böyle şeyler demek istiyorum ama vazgeçiyorum. Adamların yarasına kül basmaya gerek yok : ) Öğleden sonra pansiyonun sahibi mangal yapıyor bahçede. Herkes dünü unutup mangal olayına giriyor.
 
Ertesi günü, gitme zamanım geldiğine karar vererek dünyanın en yüksek şehirlerinden birisi olan (4070 m) Potosi’ye doğru yola çıkıyorum. Potosi küçük bir şehir. Aynı zamanda soğuk. Mesela güneşe doğru solunuzu vererek durduysanız solunuz sıcak sağınız soğuk oluyor. Potosi’nin inişli çıkışlı yollarında yürürken asla acele etmemeniz lazım yoksa tıknefes oluyorsunuz. Şehirde gezinirken gözüm bir kuaförün camına takılıyor. Saçlar aslan yelesi gibi olmuş. İçeri giriyorum, berber abla bir teyzenin saçını kesiyor. Gir, gir diyor. Şimdi bitiyor. Latin Amerika’da bayan berber olayı çok yaygın. Kuaför salonları genelde uniseks. Bekliyorum. Abla 15 dakikada saçları kesiyor. Ederi 3 TL. Üstelik İstanbul'da dünya para verdiğim birçok berberden daha iyi kesiyor. Seviyorum ya ben buraları..
Ertesi günü, uzatmadan Uyuni’’ye doğru yola çıkıyorum. Bu arada benim dönüş tarihi belli oldu. Buenos Aires’ten 15 Haziranda uçuyorum. Artık yumurta kapıya dayandı. Artık şurada 3 gün kalıp kendime geleyim durumları yok. Zaman az ve gidilecek bir sürü yer var.
Hesapta Bolivya’da Amazon’a gidecektim ama olmadı. Rurrenabaque denen bir şehir var, oradan gidiliyor Amazon’a. Ya La Paz’dan 22 saat otobüs yolculuğu yapacaksınız ya da uçakla gideceksiniz. 22 saat otobüs yolculuğu yemediği için uçakla gitmek istedim ama yer olmadığından 2 gün La Paz’da beklemem gerekiyor. Ertesi gün tura çık, 3 gün tur yap, ertesi gün dön ve akşam yola çık derken 3 günlük tur bana bir haftaya mal oluyor. Vazgeçtim mecburen. Ama aha şuraya yazıyorum, benim elim en kısa zamanda tekrar Güney Amerika’ya gelir ve yapamadıklarımı bu sefer yaparım. Yapmazsam bana da Mutlu demeyin. Ne bileyim, Selami deyin. Lafı nereye getirecektim ben? Hah, Amazon’u yapamayınca bari meşhur Salar Uyuni turunu yapayım deyip Uyuni’ye geldim. Salar tuzla demek. Uyuni’de dünyanın en yüksek ve en büyük tuzlası var. 4x4 jeep’e 5 kişi binip, 2 gece 3 gün bölgeyi geziyorsunuz. 3 günün üç günüde tuzla gezisi değil elbette. İlk gün tuzlayı gezdikten sonra, dağ taş dolaşıp, lagün, volkan, dağ, ova ne varsa geziyorsunuz. Tuzla ve dağ manzaraları müthişti. Gezide 3 Kanadalı ve bir İngiliz kız ile İngiliz bir oğlan var. Akşam oldu mu bir soğuk oluyor ki, çantada ne varsa üst üste giyiyorsunuz. Kaldığımız yerler öyle hostel filan değil. Orada yaşayanların avlusunda bir odaya konmuş yataklar ve akar suyu olmayan tuvaletler var. Bizi gezdiren şoför aynı zamanda yemekleri yapıyor. Akşam olunca yapacak bir şey, gidecek bir yer olmadığı için biz ‘asshole’ denen bir iskambil oyununa takıldık. Bayağı eğlenceliymiş. Gerçi kim asshole diye sorulunca benim demek biraz garip oluyor ama olsun. Turun bittiği akşam saat 10 da trene binip bir sınır kasabası olan Tupiza’ya doğru yola çıkıyorum. Tren yolculuğunu özlemişim valla. Tren sarsıla sarsıla ilerlerken ben de çok keyifli bir uykuya dalıyorum. Sabahın dördünde Tupiza’dayım. İnternetten rezerve ettiğim (normalde rezervasyon yapmıyorum ama böyle abuk bir saate varacaksam bir yere yapıyorum) otelin kapısında zile basıp bekliyorum. 20 dakika bekleyip, birkaç deneme yaptıktan sonra kendime kuytu bir yer bulmak için ayrılırken, bir gözü kapalı bir abi kapıyı açıyor ben de o soğukta sokakta kalmaktan kurtulup hemen battaniyenin altında kıvrılıp uyuyorum. Tupiza sakin mi sakin bir mekan. Ben kendimi çok güvende ve rahat hissettim Tupiza’da. Hani öyle ki cüzdanını yolda düşürsen birisi arkandan koşup sana verecekmiş gibi. Tupiza’nın etrafı yürüyüş ve atla gezinti için ideal. Ben at binmeyi çok seviyorum daha doğrusu atları çok seviyorum. Burasıda hazır ucuzken yarım günlük at turuna çıkıyorum. Benim at sakin ama ara ara kafasına göre galopa çıkıyor. Tura gelen diğerleri de bunu benim marifetim sanıp ‘ne kadar zamandır ata biniyorsun’ diye soruyorlar. Gerçi 3-5 binmişliğim var ama bir şey sayılmaz. Fakat bir gün atım olacak. Aha, buraya yazıyorum. Yoksa bana Mutlu demeyin, Abidin deyin.
Tupiza’dan ayrılmak günü gelmişse bu zamandan, Bolivya sınırına giden bir tren kalkar bu gardan diyerek bir saat gecikmeli trenime binerek sınıra varıyorum. Arjantin sınırına geldiğimde, görevli memur biraz sohbet ettikten sonra ‘görüşürüz’ diyerek 3 aylık damgayı basıyor. Allah allah, nasıl bir ülkeye geldim ben? Sonra anlıyorum nasıl bir ülkeye geldiğimi. Anlatıcam, anlatıcam ama bunun için bir sonraki yazımı beklemeniz gerekiyor kuzucuklarım.

16 Mayıs 2011

İLLE DE MAÇU PİÇU (MU)..

Huachacina’dan sonra sırada Arequipa var. Peki Arequipa’da ne var? Dünyanın en derin kanyonu olan Colca Kanyonu var. Peki kanyonda ne var: Elinin körü var. Yetmez mi işte, kanyon işte, dağ, taş gezeceksiniz. Yani ben gezeceğim diyerek 10 saatlik gece yolculuğunun sonrasında erkenden hostele geldim. Sağ olsunlar hemen kahvaltı ikram ettiler ben de üstüne kahvemi içerken ‘Aa! Bu evvelsi gün turda yanımda oturan Lisa değil mi? Daha geçen akşam tur rehberi ile el ele geziyordu, bugünde buradaki oğlanla haşna fişne. Halbuki ne kadar sessiz ve kendi halinde gibi görünüyordu’. Bu işler hiç belli olmuyor arkadaşlar.

Neyse biz kendi işimize bakalım öyle değil mi: Öğleye kadar dinlenip, öğleden sonra şehir turunu yaptım. Tur esnasında gezme fırsatını bulduğum Santa Katalina manastırı gerçekten etkileyiciydi benim için. Normalde bir saatte gezilen manastır benim için 2 saatlik bir tur ve onlarca fotoğrafa dönüştü. Yapıldığı dönemde 400 rahibeyi barındıran mekanda halen 20 rahibe yaşamaya devam ediyor.



Yaşayan rahibeler

Akşam yemeği için meşhur Lonely Planet’e göz gezdirirken El Turco diye bir restorana rast gelmeyeyim mi. Kitapta oldukça iyi bahsedilmiş.. Yaşasın! Bu gece türk gecesi olacak. Baklava bile olduğuna göre rakı da vardır belki. Acıkmayı beklemeden fırladım dışarı. Yolda yiyeceğim yemekleri düşünürken bile ağzım sulandı (Mücver ailesi, hazırlıklı olun yakında dönüyorum)

Mücver Ev Yemekleri Lokantası leziz ve nefis yemekleri ile Türkgücü Caddesinde hemen köşede (Firuzağa kahvesi arkası) hizmetinizdedir. Mücver Lokantası. Yiyin, yidirin..
     Bu bir reklamdır.... Bu bir reklamdır.... Bu bir reklamdır... Bu bir reklamdır... Bu bir reklamdır...

Hele menüyü görünce ağzımın sulanması bir hezeyana ve titremeye dönüştü. Neler yok ki menüde. Döner, patlıcanlı Urfa, Adana, dolma, cacık öyle uzayıp gidiyor liste. Hemen patlıcanlı Urfa ve Cacık ısmarladım önden. Gerisine sonra karar veririm. Yaşasın geliyor yemekler. O da ne! Patlıcanlı Urfa diye gelen yemek basbayağı soslu baharatlı sulu köfte. Ya cacık? Cacık içler acısı. Hani şu kahvaltıda kullanılan yoğurda benze bir yoğurt dana gibi doğranmış bir dolu salatalıkla karıştırılmış ve üstüne de tuz basılmış, abuk subuk bir şey. Sevincim kursağımda kala kala zorla yedim yemekleri. Ucuzda değil hani. Adi herif, Türk lokantası diye abuk subuk bir yer açmış ama bir şekilde insanları kandırmayı başarıp bir mekan sahibi olmuş bu yetmemiş kardeşi de karşısında İstanbul diye kafe-bar açmış. 

Yemeğin sonuna doğru, döner ekmeği elinde, 30 yaşlarında, iri yarı, sarhoşluktan konuştuğu anlaşılmayan Perulu bir abi sandalyeyi işaret ederek oturmak için izin istedi. Ben de aynı sandalyeyi işaret edip başımı sallayarak isteğini onayladım. İşte ne olduysa bundan sonra oldu arkadaşlar. Devamı az sonra.

Az sonra. Abi hemen klasik sorulara başladı. Nerden gelirsin, nereye gidersin, ne iş yaparsın filan filan. Bunlara Türkiye’denim deyince önce ‘Haa! Türkiya’ diyorlar arkasından gözlerde bir soru işareti oluşuyor. Ulan bu Türkiya neresiydi, ya? Anlatıyoruz tabi her seferinde. Bir tek futbolla ilgilenenler hemen sayıyor takımları, Fenerbahçe, Galatasaray, Beşiktaş diye. Neyse abi de maden mühendisiymiş, Haziranda kız arkadaşından çocuğu olacakmış (evlenmeden oluyor buralarda) ama ailesi bunu istemiyormuş ama bu yanlış bir şey yapmamışmış. Sen onu külahıma anlat. Neyse ben hesabı istedim, bu hemen atladı ben ödiycem diye. Ya yok, ben öderim kardeşim yediğimi deyince, bir bozuldu, bir bozuldu çok kabalık yapmış gibi hissettim. Peki o halde ısmarla bi espressocuk bakalım diyerek gönlünü aldım. Abinin konuşma dozunda hiç azalma yok.Tabi bu arada, anlattıklarının yarısından çoğunu anlamıyorum. Si, si, claro filan diyip bir yandan başımla onaylayıp anlamış gibi yapıyorum. Belli ki birileriyle konuşmaya ihtiyacı var kardeşin. Hadi, sigara içmeye çıkıyorum ben diyip yırtmaya çalışınca bu da benle beraber çıkıyor ve sana bir içki ısmarlayayım diyerek benimle yürüyor. İçelim bari. 

Bir iki yere alınmıyoruz abinin sarhoşluğundan. Sonra boş bir bar bulup dalıyoruz. Boş dedimse 7-8 kişi var yine de. Adı Alberto bu arada abibin. Alberto kendisine viski söyledi ben de Pisco Sour. Pisco, Peru’nun milli içkisi. İtalyanların Grappa benzeri üzümden yapılan sert bir içki. Pisco Sour ise bu içkinin, limon suyu, şeker ve yumurta beyazı karıştırılmış hali. Viva Pisco Sour! 

Roberto anlattıkça anlatmaya ben de si, ah! si (öyle mi) deyip kafamı sallamaya devam ediyorum. Yalnız anlattıkça Roberto’nun kıza abuk bir şeyler yaptığını anlamaya başlıyorum. Sanırım bu hıyar kıza şiddet kullanmış. Biraz üstüne gidince gardı düşüyor ve pişmanlık ifadesi yüzünü kaplıyor. Yeni içkiler geliyor. Roberta duygusallaşıyor. Benim çenem açılmaya başlıyor ki bir açılmaya görsün. Ortam kalabalıklaşıyor. Müziğin sesi artıyor. Roberta hala anlatmaya devam ediyor. Roberto elimi tutuyor (yok len öyle değil). Roberto’nun gözleri sulanıyor. Ben Roberto’nun sırtını sıvazlıyorum. Roberto kendini tutmaya çalışıyor ağlamamak için. Ben ‘Roberto, olur böyle şeyler, hepimiz hata yaparız ama hepimiz değişebilir ve hatalarımızı affettirebiliriz yeter ki ders almış olalım diyerekten sırtını sıvazlamaya devam ediyorum. Roberto, güçlü olmalıyım, ağlamamalıyım diyor. Ben de asıl güçlü olmak herkesin ortasında duygularını göstermektir diyorum. Ve... Roberto kopuyor. Omzuma yaslanıp ağlamaya başlıyor. Garson neler oluyor diye bakıyor. Ben de napayım, işte teselli ediyoruz manasında kaş-göz işareti yapıyorum.Roberto hıçkırıklar içinde omuzumda, ben Roberto’ya sarılmış durumda garip bir görüntü oluşturuyoruz müziğin eşliğinde. 

Roberto’yu banyoya yolluyorum. Döndüğünde Roberto biraz rahatlamış görünüyor. Ben de ortamı dönüştürmek için ‘Ulen Roberto, etrafta bir sürü kız var biz hala erkek erkeğe sohbet ediyoruz’ diyorum. Roberto dans eden dört kızın yanına gidiyor. Bu arada Peru’nun kızları Kolombiyalılar kadar cazibeli olmasalar da oldukça ateşliler. İlgililerin bilgisine. Sonra bir şişe viski söylüyor, kızlarla beni tanıştırıyor ve dans etmeye başlıyoruz. Güney Amerika’da içki davetini ret eden kız sayısı çok azdır sanırım. İçkiyi söyleyip tanışıyorsunuz ve dans ediyorsunuz. Ama sonrası içkiye değil sizin kabiliyetinize bağlı. Alberto’nun sarhoşluğu kızları kaçırıyor. Ondan sonra tanıştıklarımızı da. 

Müzik kulüp müziğine dönüşüyor. Ortalık kalabalıktan kıpırdanamaz hale geliyor. Üst kata çıkıp dans ediyorum. Yine Roberto,elinde bir viski sallana sallana bana doğru geliyor. Bardağını DJ kabinin üzerine bırakıp kabinin arkasına geçiyor. Ne yapıyor orada diye seğirtiyorum kabinin arkasına. Roberta kusuyor. İçkisi bana kalıyor. Artık ben de sarhoşum. Biraz dans edip sonra Roberto’yu arıyorum. Yok. Barda peçeteye mail adresimi yazıp vermiştim. Kaybetmediyse bana ulaşır sanırım. Bu arada benim pil bitiyor. Elimi kolumu sallayarak girdiğim kapıda, badigardlar ve içeri girmeyi bekleyen onlarca insan var. Hostele dönerken bütün mekanların dolu olduğunu görüyorum ama her şey flu benim için. Hostele yaklaştığımda sarhoş bir İngiliz çift görüyorum kaldırımda. Oğlan, kız arkadaşının çok sarhoş olduğunu, hostellerini bulamadığını söylüyor. Ben sizi götüreyim diyorum. Hostelleri 50 metre ilerde bu arada : )) Bana minnettar kalıp giriyorlar içeri. Ben de yatakhanemde beni bekleyen boş yatağıma doğru ağır adımlarla ilerliyorum. Ama dik bir şekilde. Başım tabii..

Sabah berbat bir şekilde uyanıyorum. Neyse kahvaltı, kahve derken açılıp kendime program yapmaya çalışıyorum. Burada bir Colca Kanyonu var, dünyanın en derin kanyonuymuş. Yok ya, kanyon geçmeye niyetim yok. Benim gibi tembeller için minibüsle yapılan 2 günlük bir tur var. Köylere, kasabalara, seyir yerlerine filan minibüsle gidiyorsun. Bir de yukarıdan kanyonu ve meşhur uçan dev Kondor kuşlarını görüyorsun.

Colca Kanyonu

Ertesi gün, bu tura kayıt yaptırıyorum bir acentede. A! Bir öğreniyorum ki dört kişi daha kayıt yaptırmış bizim hostelden. Bugün gelen iki İngiliz kızı da bizim acenteyle gelmeleri için ikna ediyorum. Olduk mu yedi. Bir Alman kız var başka bir tura yazılmış. Onu da turu değiştirebileceğine inandırıyorum ve değiştiriyor. Bir de dün gece gelen sırık bir Hollandalı kız var. Meğer O da aynı acenteden tur almış. 9 kişi birden tura çıkıyoruz ertesi sabah. Herkes tanışınca daha iyi oluyor. İlk gün muhteşem yaylalardan, ufacık kasaba ve köylerden geçiyoruz. Hayatımda ilk defa Alpaka görüyorum. Alpakalar lamaların kuzeni Lamaların kulak ve kuyrukları Alpakalara göre daha uzun. Alpakaların etinden de sütünden de faydalanılıyor. Ben de faydalanıyorum valla öğlen yemeğinde. Alpaka buraların koyunu işte napalım ya.

Ay, yerim ben bunu (yedim ama bunu değil, büyüğünü)

Ertesi günü garantili kondor kuşunu görme noktasına gidiyoruz ve görüyoruz da. Saat 12 gibi olduğunda tepenizden geçerken gölgeleri tüm bedeninizi karanlığa boğuyor. Kondorları da gördükten sonra Arequipa’ya dönüyoruz.

Kondor kuşu acayip bi şey

Döndükten iki saat sonra gruptan ben, Kelly ve Cat akşam otobüsü ile Cusco’ya doğru yola çıkıyoruz. Bu otobüs diğerleri kadar konforlu değil ama ucuz. Hele birde boş ikili koltuk bulursanız benim gibi mışıl mışıl uyuyorsunuz. Sabah yedide Cusco’dayız. Ben gerinerek uyanıyorum, kızlar uyuyamamış sarsıntıdan (katlı otobüslerin ikinci katı daha çok sallanıyor bu arada). E, ne de olsa benim 15 yaşımdan beri gece otobüs yolculuğu deneyimim var.

Cusco'nun Taksimi (tamam bu son benzetme)

Öğlen yemeği için buluşmak üzere, onlar hostellerine, ben hostelıme doğru uzuyoruz. Öğlen bunları bekliyorum. Gelen giden yok. (Hostele dönünce öğreniyorum ki uyuya kalmışlar ve geç kalmışlar) Beklerken Japon kız Nirega ile tanışıyorum. Abla hemşire, O da bir çok seyyah gibi işini bırakıp seyahate çıkmış İspanyolca yok, İngilizce az, üstelik tek başına gayet güzel geziyor vallahi. Öğlen yalnız yemeğe niyetim yok. Nirega’ya soruyorum gelir misin diye. Gelirim diyor. Sevimli ve ucuz restoran buluyoruz. Nirega lokal yemekler olduğuna seviniyor. Dil sorunu olduğundan pek bilememiş lokal yemekleri. Neyse ben yardım ediyorum seçmesine. Artık kaşar olduk ya buralarda.. Nirega her şeye gülüyor. Japonların pek şikayetçi olduğunu görmedim valla. En azından tatildeyken. Her şeyi sabır, hoşgörü ve beğeni içinde karşılıyorlar.Bundan sonraki tur Japonya mı olsa acep. Yok ya, çok pahallı oraya gitmek. Hem sırada Afrika var daha.

İngiliz olmazsa Japon da olur 

Cusco şahane bir şehir. Tek sorunu fazla turistik olması. Peru’ya gelen herkes Machu Pichu’ya gidiyor. Oraya gitmek içinde buraya geliyor. Sokakta 15 dakika bir satıcının tacizine uğramadan yürümek mümkün değil. Benim de yarın bu Maçu Piçu için araştırma yapmam lazım.

Cusco hoş şehir

Yarın oldu varsayalım. Araştırmayı yaptım ama moralim bozuldu resmen. Giriş 45 dolar. Hadi bunu verelim ancak Maçu’ya yol yok Sadece tren var. 4 saatlik yol için gidiş-dönüş 100 dolar. Yuhhh artık. Yuh! Bunun adı fırsatçılık hatta soygun resmen. Dünyanın en pahallı tren yolculuğu olsa gerek. Olay bu kadarla da bitmiyor. Trenle Aquas Calientes denen bir kasabaya ulaşıyorsunuz ve saat geç olduğu için bir gece kalmak gerek. Burasıda turizm için kurulmuş stüdyo gibi bir yer. Elbette burada da adamı bir güzel söğüşlüyorlar. Kısacası, Maçu Piçu’yu 3 saat gezmek için 200 dolar ve 2 gün gerekiyor. Peki görmesek ne olur? Hacca gidip Kabe’yi görmemekle eş değer karşılanıyor bu durum turistler arasında. Bir utanç durumu adeta. Acaba, gitmesem ve sorulursa gittim desem. Bir belgeselde görmüştüm neye benzediğini, sallarım bi şeyler. Gitmedim neticede. Ama bir nedenim daha var. Nasılsa bir tur getiririm ve bedavaya mis gibi gezerim (2 sene sonra turla geldim netekim) . Hehehe, olacak o kadar artık. Ben her ay tıkır tıkır maaşını alan zümreden değilim, bu kıyakları da çok görmeyin yani.

Machu Pichu'ya gitmemenin dayanılmaz hafifliği içinde akşam bir Japon, bir türk, iki ingiliz ve bir malezyalı buluşup yemek yedikten sonra O Km. diye bir bara gittik. Buralarda 2x1 uygulaması çok yaygın. Ben keyiften iki Pisco Sour söyledim. Diğerleri sadece birer içki söyledi. 5 metrekarelik sahnede bateri dahil olmak üzere 6 müzisyen var. Biz sahne önünde oturuyoruz ve bas gitarın kuyruğu benim kafamın üzerinde dolaşıyor. Grup fena değil, her telden çalıyor. Adı Poçangaymış. Anlamını soruyorlar, bilen var mı diye. Ben, bizde Paçanga böreği var diyorum ve bir sessizlik oluyor önce sonra gülüyor herkes. Diğer 4 kişi bir saat sonra kalkarken ben 2x1 mohitomu şöylemiş, ayaklanıp dans etmeye başlıyorum. Bu Peru bayağı kıyak bir memleket valla.

Ertesi günü, madem Maçu’ya gitmedim, bari bir atraksiyon yapayım diyerekten halk otobüsüyle 1 dolara Pisac’a gidiyorum. Ah! Ne iyi etmişimde gelmişim. Akşam Bolivya’ya otobüs biletini almamış olsam kalırım bir gece valla. Turistik bir yer sayılabilir ama kimse bunu gözünüze sokmuyor. Kasabada estetik anlayışı çok yüksek. Hayat telaşsız ve insanlar çok mülayim.

Pisac'ta hayat huzurlu

Karnım acıkıyor. Etrafta bakınırken adı benim adıma benzediği için (Mullu ama Muyyu diye okunuyor) bir restorana dalıyorum. Menüyü alıyorum elime ve yüzüm buruşuyor. Fiyatlar 10 TL den başlıyor. Füzyon menüsüymüş. 10 liraya füzyon yemek mi yenir kardeşim, adam mı soyuyorsunuz! Buralarda böyle vallahi : ) Tam çıkacakken süper sevimli şef geliyor ve anlatmaya başlıyor. O anlattıkça benim ağzımın suları akıyor ve oturup ‘Erderberry ve yöresel bir meyvenin sosu ile sunulan, kımızı şarap sosunda pişirilmiş Alpaka eti ve garnitür olarak And dağlarının peyniri ile karıştırılmış patates püresi söylüyorum. Sonra önüme gelen bu sanat eserini önce fotoğraflayıp sonra bir güzel götürüyorum. Al işte, 10 liraya mutluluk. Gel vatandaş geel! 10 liraya mutluluk Pisac’ta!

Peru füzyonu
Akşam üzeri Cusco’ya dönüp gece 10 otobüsüne binerek 12 saatlik Bolivya yolculuğuna başlıyorum. Direk otobüs diye satın aldığım biletime rağmen otobüs sabahın beşinde sınır şehri olan Pino’da duruyor ve ben iki saat garajda bekledikten sonra bir başka otobüsle Peru-Bolivya sınırına gidiyorum. Klasik durumlar yine. Damga kuyruğu, üç kağıtçı taksici ve ayaklı döviz büroları, bir sınırdan diğerine yürümeler filan. Saat 11 de Bolivya’da Copa Cabana’dayım. Copa Cabana Brezilyada mı? Bilemem artık, gelecek sayıyı okuyun..