21 Nisan 2013

Sonun başı ya da başın sonu ya da her neyse


Artık Şili’deki misyonum bittiğine göre Arjantin’e dönme zamanı geldi demektir. La Serena’dan otobüsle on iki saat yolum var Arjantin’deki durağım Mendoza şehrine. Otobüste bir güzel uyurum dedim ama sabahın ikisine kadar uyku tutmadı. Tam tutmuşken sınıra vardık ve pasaport kontrolünden geçtik. Arjantin ve Şili aralarında anlaşmışlar ve ortak bir geçiş noktası oluşturmuşlar. O kadar ortak ki bir deskin arkasında hem Arjantinli hem Şilili sınır polisi yan yana oturuyor. Biri çıkış işlemini yapıp pasaportu diğerine veriyor, O da giriş işlemini yapıyor. Harika değil mi? İşlemler bitip otobüse dönüyoruz ve tüm otobüs derin bir uykuya dalıyor. Sabah muavinin geldik anonsuyla uyanıyoruz. Saat bana erken gibi geldiğinden yanımdaki adama ‘Mendoza’da mıyız’ diye soruyorum. Adam gayet acıyan bir ifadeyle ‘San Juan’dayız, Mendoza 200 km. geride kaldı’ diyor. Hay bin kunduz! Şoföre gidiyorum bu nasıl iştir diye. O sırada iki kişi daha geliyor Mendoza’da inmesi gereken. Saat 06’da varmışız Mendoza’ya ama gerzek muavin uyandırmamış. Otobüsün Mendoza’ya dönmesi lazımmış zaten aynı otobüsle iki saat geriye gidiyoruz. Böylece benim 12 saatlik yolculuk neredeyse 17 saate yaklaşıyor. Tranquilo Mutlu tranquilo diyorum habire kendime. 

Mendoza’da kaldığım hostel seyahatim boyunca kaldığım Lao hostel en karakterli ve keyifli hostellerden birisi. Sahipleri İngiliz Michael ve 8 yıl önce bir seyyah olarak gezerken tanıştığı Arjantinli karısı Celeste. Burası adeta bahçeli büyük bir ev. Yani vaktim olsa sırf bu hostelde kalmak adına birkaç gün daha kalabilirdim Mendoza’da. İlk akşam, yirmi küsur yıldır seyahat ederek yaşayan ve geçimini yaptığı ip takılarla sağlayan Doğu Alman Stephan et mangal yapıyor. Parasıyla tabi. Muhtelif salatalar eşliğinde harika bir yemek oluyor. Yanına da güzel bir Malbec açıyorum ben. Off ki ne off! Arjantin’de şarap ucuz mu ucuz, güzel mi güzel. 

Mendoza, sakin, huzurlu ve emniyetli bir şehir hissi veriyor insana. Ancak o kadar ilginç bir şehir sayılmaz.  Ama şehrin dışında gezilip görülecek yer çok. Bunların başında elbette Arjantin’in şarap üretiminin büyük bir kısmının yapıldığı Maipu ve Lujan de Cuyo geliyor. Ayrıca Amerika kıtasının en yüksek dağı Acongagua’nın içinde olduğu milli park ve Tibet’te 7 yıl filminde bazı sahnelerin çekildiği And dağları bölgesi var. Ben ilk gün klasik yakın çevre keşfini yaptıktan sonra ertesi gün halkayı büyüterek şehri biraz daha geziyorum ve San Martin Parkına gidiyorum. Park dediysem öyle yarım saatte gezilecek bir yer değil. İçinde suni bir gölün, spor alanlarının, üniversite kampüsünün bulunduğu dev bir parktan bahsediyorum.  Bu akşam Michael’ın yemek menüsü var hostelde. Çok başarılı İran usulü körili tavuk, çapati, salata ve kaburga yapıyor mangalda. Yemeğe Arjantin’in kendine has üzümünden yapılan beyaz şarap Torrontes, sonrasında Malbec ve Cabernet Sauvignon eşlik ediyor. Malbec dünyada en çok Arjantin’de şarap üretiminde kullanılsa da üzümün menşei Fransa. Oradaki adı Malbuche. Ancak Mendoza’nın verimli toprağı ve ılıman iklimi bu üzümden çok güzel sonuçlar alınmasını sağlıyor. Torrontes ise kuzeyde Cafayate bölgesinde yetişen bir üzüm. Dömisek ve meyvemsi bir aroması olan yarı gövdeli bir şarap. Kaç yıldır şarapla ilgileniyorum bu kadar ukalalık yapayım artık değil mi : )) 

Eh, şarapla ilgili birisi olarak ertesi günü Mendoza’da bir şarap turu yapmamak olmaz. Hostelden toplam 7 kişi gidiyoruz bike&wine turuna. Şehrin yarım saat dışında Lujan De Cuyo’da bisikletleri kiralıyoruz. Bisiklet turu dedim ama ziyaret edeceğimiz bağların hepsi birbirine yakın, öyle sportif bir faaliyet değil yani. Gittiğimiz bağlarda ücreti karşılığında tadım da yapılabilir. İlk bağ da tadım ücretsiz ama şaraplarda çok tatmin edici gelmedi bana. İkinci bağda bir sommelier eşliğinde fabrikayı ve bağı geziyoruz. Bu arada hasadın artık son partisi olan üzümün işlenmesine de şahit oluyoruz. Burada hasat yaz sonu olan Şubat ortasında başlıyor ve Nisan’da artık tamamen bitmiş oluyor. Genelde Malbec, Cabernet ve Torrontes tadımı yapılıyor bağlarda ama gittiğimiz ikinci bağda denediğimiz varyetal şarap olan Cabernet Franc ilginç bir tadımdı. Cabernet Franc genelde sepajda kullanılan bir üzüm. Bu üzümü tek olarak işlemek biraz cesurca girişim ama sonuç oldukça iyi bence. Ama herkesin sevebileceğini sanmıyorum. 

Bedava şarap tadımının tadından geçilmiyor

 Üçüncü olarak ziyaret ettiğimiz bağda önce öğlen yemeği yiyiyoruz. Burası organik şarapçılık yapılan bir bağ. Yılda sadece 50000 şişe şarap yapıyorlar ki bu ortalama bir bağın üretim kapasitesinin yarısı kadar. Bu kısıtlı üretim ise sadece bazı restoranlara Avrupa ve Amerika’da bazı şarap butiklerine satılıyormuş. Bağın sahibi Alfredo oldukça sevimli birisi. Önce şıra halini tadıyoruz şarabın beton tanklardan. Sonra tanklarda dinlenmiş şarap var sırada. Sonrasında direk fıçıdan ve en sonunda şişeden tadım yapıyoruz. Üstüne de sohbet filan derken biraz daha ikram ediyor. Neredeyse yarım şişe şarabı içip huşu halinde ayrılıyoruz oradan. Son durak ise reçel, zeytin ezmesi, çikolata, marmelat, zeytinyağı ve absint gibi ürünlerin yapılıp satıldığı bir aile işletmesine gidiyoruz. Ben absintle ağzımın tadını bozmadım ama yerel ürünlerin tadına baktım tabi. Fena değiller ama Egeli birine biraz zayıf geliyor tatlar. 

Cennette olacak mı bunlardan?

Önce tanklardan

sonra fıçıdan

Bugün akşam 14 saatlik bir yolculukla Buenos Aires’e geçicem. Otobüs akşamüstü. Ben de hostelde kalıp, bahçede bu sayısını yazıyorum defterin. Buenos Aires’te güzel bir sürpriz var benim için. Son zamanlarda benim gibi kendini yollara vurmaya başlayan 20 yıllık sevgili arkadaşım Erman’da Buenos Aires’te. O, önce biraz Brezilya’da takıldıktan sonra 3-4 günlüğüne buraya gelmiş ve buradan Türkiye’ye uçup dalış sezonunu açacak. Sağolsun beni kaldığı otelde misafir ediyor o gece. Aylardır görüşmemiştik, çok iyi oldu bu karşılaşma valla. İstesen ayarlayamazsın ama seyahat edenler için dünya küçük işte. 

Şimdi 1 Reklam

Bodrum’un masmavi sularında dalmak veya dalış öğrenmek isteyenler! Yüksek standartlarda, güvenilir ve keyifli hizmet veren bir dalış merkezi mi arıyorsunuz?O halde siz Erman Dalış Merkezini arıyorsunuz. Yalıçiftlik,Bodrum Tel:0532 -2135989 www.ermandiving.com   



O gün beraber gezdik, yedik, muhabbet ettik. Ertesi gün ben sabahtan Uruguay’a gitmek üzere ayrılıyorum otelden. Uruguay’a gidiş kolay BA’den. Bir saatlik veya 3 saatlik feribotla Colonial kentine geçiyorsunuz. Bir saatlik feribot 60 USD diğeri 40 USD. Ben elbette 3 saatliği seçiyorum ama şansa bakın ki feribotun programı değiştiği için bir saatte varıyoruz Colonia’ya. Burası adı gibi kolonyal sevimli minik bir şehirmiş. Miş diyorum çünkü bugün cumartesi olduğundan tüm hosteller dolu. Ben de Colonia’yı dönüşe bırakarak iner inmez 3 saatlik yolculukla Montevideo’ya geçiyorum.  

Garajdan belediye otobüsüne binip hostele yerleşiyorum. Hemen para bozdurmalı değil mi? Karnım da çok acıktı bu arada. Bugün cumartesi, döviz büroları kapalıdır diyorlar hostelden. Açık bulabileceğin tek yer garajdaki döviz bürosuymuş. Haydaa! Daha yeni geldim garajdan. Yapacak bir şey yok. Otobüse binip tekrar garaja gidiyorum. Parayı bozdurup hemen midemin gurultusunu susturuyorum. Tekrar şehre indim ama bir gariplik var. Cumartesi öğleden sonrası dükkanların birçoğu kapalı. Şehir merkezinde biraz insan var ama biraz ilerleyince sokaklar oldukça ıssız. Turistik bölge olan İndependencia meydanına, oradan eski şehre –Ciudad Vieja- gidiyorum. Yine boş sokaklar. Sonra hostele dönünce soruyorum, nerede bu insanlar diye. Genelde evlerde oluyorlar, hafta sonu pek dışarıda insan göremezsin diyorlar. Demek ki burası da böyleymiş. Bari Mercado del Puerto’ya (Liman pazarı) gideyim diyorum, orası hareketlidir.  Oraya gittiğimde saat henüz beşti ve birçok yer kapatmıştı bile. Açık olan tek mekanda ise ayaküstü sosis, hamburger eşliğinde biralar götürülüyor. Uruguay’da yemek olayı fast food ağırlıklı. Et yemekleri dışında genelde hamburger, sosis, chivitos ( etli, salamlı, yumurtalı sandwich) ya da pizza ağırlıklı. Fiyatlar ise Şili’ye taş çıkartacak nitelikte. Öğle yemeği ortalama 12-15 dolardan aşağı değil. Anlaşılan yine kedin pişir, kendin ye yapıcaz burada. 


Uruguay usulü fast food




Hostelden söylemişlerdi,  liman yakınlarında bir mekanda 2 gün boyunca müzik festivali var diye. Giriş ücretsiz. Mekanı buluyorum, biramı alıyorum ve akşam 10 a kadar orada kalıyorum. Gruplar iyi, ortam rahat. Güzel oldu bu akşam. Ama 4 saat yetti. Bir de sabahın köründe kalkıp yola çıkmışım. Karnım da acıktı. Hostele doğru dönerken açık sadece 3-4 restoran var ama onlarda pizza ağırlıklı.  Yolda seyyar büfelerden birinde chorizo (domuz sosisi) yiyorum. 


Güzeldi konser





Ertesi gün Pazar, dünden de boş ortalık. Neyse ki yakınlarda Feria de Antigüidades yani antika pazarı varmış, oraya gidiyorum. Adının antika pazarı olduğuna bakmayın aslında her şey pazarı. Sebze, meyve, mandra ürünleri, kıyafet, hediyelik eşya, eskiler filan derken yok yok. Bir de çok eğlenceli bir müzik grubuna rast geldim pazarda dolaşırken. Fotoğraftaki esmer vatandaş da kendine has dans koreografisiyle grubun bir elemanı gibi takılıyor. Grup öyle eğlenceliydi ki, adamlar bitirdikten sonra son şarkının tekerlemesi olan ‘melon melon, melon melokoton’  ( kavun kavun, kavun şeftali) herkesin dilindeydi. 

Pazar

ve eğlence bir arada

Buradan şehir merkezine dönerken kalabalık bir genç grup görüyorum Montevideo’nun çok bilinen intendencia binasının önünde. Güzel sanatlar fakültesi varmış binada ve etkinlik düzenliyorlarmış. Herkese açık deyince ben de daldım içeri. Ohoo! İçerisi karnaval gibi. Her türlü kılığa girmiş öğrenciler fotoğraf meraklılarına poz veriyorlar. Bir köşede fotoğraf bölümü mini bir stüdyo kurmuş. Sahnede dans gösterileri var. Tezgahlarda öğrencilerin yaptıkları işler satılıyor. Kapının önünde biralar içiliyor. Polis filan yok tabii ki ortada. Ne işi var polisin gençlerin aktiviteleri esnasında. Burası Türkiye mi? Bizde biliyorsunuz öğrenci kılığında derslere bile giriyorlar. Neyse dolaşıp fotoğraf çektikten sonra market alışverişini yapıp hostele dönüyorum akşam yemeği için. 

gençlerin keyfi yerinde

eğlence son hız

yaratıcılıkta öyle

Nasıl desem Montevideo o kadar da iç açıcı gelmedi ama aklımda sadece boş sokakları olan bir şehir kalmasın diye bir gece daha kalmaya karar veriyorum. Şehrin görmediğim taraflarına gidiyorum ve Pazar günü gözüme kestirdiğim ama dolu olduğu için giremediğim Don Koto (Colonia caddesinde) restoranına gidiyorum. Öyle ortalıkta bir restoran değil ama yine de fiyatlar yüksek. Fakat yemeği yiyip çıkarken helal ediyorsunuz hakkınızı. Hem lezzet hem de porsiyon harika. Öyle ki akşam yemek yiyemedim.
Montevideo’dan gidilecek başka yerler var ülkede elbet. Uruguay’ın güzel tarafı minik bir ülke olması. En çekici yanlarından birisi ülkenin doğu kıyısında bulunan sahil kasabaları ve şehirleri. Yazın binlerce kişinin doldurduğu ve eğlencenin gırla gittiği yerler artık neredeyse kışa girilecek olması sebebiyle bomboş. Dolayısıyla oralara gitmenin alemi yok. İç bölgelere gidilebilir. Mesela Tacuarembo güzel deniyor. Hayvancılığın ve kovboyların merkezi. Ama orada da hostel filan olmadığı gibi yalnız da gidesim yok. Dolayısıyla Colonia’ya dönmeye karar veriyorum. Colonia’da bir gece kalıp son 3 günü geçirmek için BA’e döneceğim.

Colonia bekleyedursun biraz, Uruguaylılardan bahsedeyim biraz. Uruguay, Brezilya krallığı döneminde Arjantin ve Brezilya arasındaki çatışmadan dolayı tampon bölge olarak yaratılmış bir ülke. Dolayısıyla Brezilya ve Arjantin karışımı bir halk var. Bu durum en çok hatunlara yaramış ve ortaya harika bir sonuç çıkmış : )) Sadece dört milyonluk bir ülke olmanın da etkisiyle insanlar gayet ılımlı. Biliyorsunuz, nerede çoklu orada b.kluk. Yolda yürürken birinin Uruguaylı olduğunu nasıl anlarsınız? Elinde mate bardağı, koltuk altında da termosu varsa kesin Uruguaylıdır. Şili ve Arjantin’de de içiliyor mate ama bu kadar Uruguay’ın yanında esamileri okunmaz.  Mate yapraklarını mate kabının içine koyuyorlar ve yaprakları değiştirmeden sadece ellerindeki termoslardan sıcak su ekleyerek içiyorlar aynı çayı. Termosu olmayanlar için birçok dükkan sıcak su satıyor. Ben birkaç kez denedim ama sonuç nafile. Acımsı bir çay. Ne acımsısı bayağı acı tadı var. Belki buralı olsaydım ben de bayıla bayıla içerdim. Her ülkenin garip tatları var böyle. Mesela ben boza olayına hiç alışamadım. Tarif etmek bile zor tadını benim için. 

Uruguyalı genç ve matesi

Uruguyalı genç kız ve matesi

Colonia Güney Amerika turunu sonlandırmak için harika bir seçim oldu. Yemek üzerine orta kahve ve lokum gibi geldi. Yakışıklı bir şehir ve romantik. Yani aynı ben : )) Küçük bir şehir Colonia. Taş kaplama caddeleri, Portekiz ve İspanyollardan kalma kolonyal mimarisi, avuç içi kadar ama çok sevimli tarihi merkezi, keyifli restoranları ile insanın içini açıyor. Aslında yarım günde bile gezersiniz ama benim tavsiyem vaktiniz varsa bir değil iki gece kalın ve ruhunuza tatil yaptırın. La Calle de los suspiros (iç çekmeler sokağı) sokağına gidip bir güzel iç çekin. Hafta sonları Arjantin’den çok gelen olduğu için hostelde, feribotta yer bulmak sorun olabilir, aklınızda olsun.

Pek günbatımı fotoğrafı çekmeyi sevmiyorum. Herkes yüzlerce kez çekmiştir günbatımı fotoğrafı, çoğu da birbirine benzer. Ama ben dün Colonia’daki gibi bir günbatımı görmedim hayatımda. Ağlamak istedim sayın seyirciler. Hem manzaradan dolayı hem de makinem olmadığı için. Ama ne derler bilirsiniz. En güzel fotoğraf henüz çekilmemiş olanıdır. Benim de en güzel fotoğrafım Colonia’da gün batımı fotoğrafı. Hem tekrar gelmek için bir sebebim var.

Kullanılan ekipman; kamera beyin - kalp, objektif  göz

Evet yanlış okumadınız, artık sona geldim. Güney Amerika’da Paraguay, Brezilya bir de Fransa ve Hollanda’nın sömürgesi olup bizden vize isteyen ufak tefek bir iki ülke hariç her yere gitmiş oldum. Aslında bir de Venezüella var ama oraya tur götürdüğümde 4 gün gitmiştim. Venezuela, out ülkeler listesinde yer alıyor. Artık öbür dünyada olan Chavez ülke yönetimine hep askerleri yerleştirmiş. Onun için garip uygulamalar var ülkede. Sahtekarlık bol miktarda. Özellikle Caracas sakat bir şehir. Ülkede turizm yok gibi. Bu nedenle de pek iyi davrandıkları söylenemez ülkeye gelenlere. Paraguay desen niye bilmiyorum ama bugüne kadar kimsenin gittiğini duymadım. Belki yeri sapa olduğu içindir. Brezilya’ya gelince, orası bir başka sefere artık. Kıtanın neredeyse yarısını kaplayan bir ülke için hem çok zaman hem de çok para lazım. Kıtanın en pahalı ülkesi Brezilya. Önümüzdeki sene düşünmüyorum Brezilya’yı. Zira Dünya kupası var. Bu hem seyahat zorluğu hem de fiyatların tavan yapması demek. 

Tekrar feribotla Buenos Aires’e dönüyorum. Son 3 gün burada geçecek. Hem biraz yorgunluk atarım hem de burada finali yaparım artık. San Telmo’da kalıyorum yine. Hostel bulma, para bozdurma gibi işleri halledip biraz fotoğraflarla ve yazıyla ilgileniyorum ilk gün. İkinci gün ise gözüme kestirip gidemediğim birkaç yer var San Telmo’da. Akşamüzeri bahçede otururken sarı bir kız gelip oturuyor yanıma. Laura’ymış adı, Finlandiyalı. Daha ilk günüymüş ve ne yapılabilir diye soruyor BA’de. Bildiğim kadarıyla anlatıyorum. Akşam gidilecek Jazz bar var mı diyor. Jazz Bar mı! Yav! ne zamandır bu Latin Amerika’da bir Jazz bara gitmek istiyorum ama gitmek isteyen birini bulamadım. Hemen internetten bakıp bir mekan buluyoruz. Bu tür mekanlar San Telmo’da pek yok. Gece hayatının merkezi Palermo. Anlaşıp akşam gitmeye karar veriyoruz bu gece. İsviçreli bir çocuk Thomas’ta bize katılıyor. Çok konuşması dışında sevimli bir çocuk. Nasılsa üç kişiyiz, taksiye atlıyoruz. Yoksa otobüsle git, yürü filan uğraş dur artık. Giriş 70 peso yani karaborsa fiyatıyla  9 dolar. Bir şişe şarap 10 dolar. Süper! Arjantinli kuartet çalıyor bu gece. İki saatin nasıl geçtiğini anlamıyoruz. Tadı damağımızda kaldı valla. Yarın da sextet (altılı) varmış. Tamam ona da geliriz. Buradan çıkınca biraz yürüyüp Palermo Soho denen bir meydana gidiyoruz. Jazz ve şarap üzerine cila yapıp dönüyoruz hostele. Biz dönerken saat üçtü (bu arada günlerden Perşembe) ve ortalık hınca hınç doluydu. Sabah 5-6 gibi bitiyormuş gece hayatı hafta içi. Hafta sonu ise artık Allah ne verdiyse. Yani BA de gece hayatı 7/7. Ama gece birden önce çıkmanızı tavsiye etmem. Ertesi günü Thomas gelemiyor, biz de Laura ile ikimiz gidiyoruz. Bu gece de grup harika. Bundan daha iyi final olamazdı BA’de. A, tabi bir de Desnivel restoranda steak ve şarap olayı var. Onu yapmadan şuradan şuraya gitmem valla. Hem yemek yerken seneye nereye gideceğimi hayal ederim. Neresi olabilir acaba, neresi? 


 Bu maceranın sonu.

17 Nisan 2013

Şili'den uzaya yol gider a canım yol gider.


Hemen başlığa bakıp ne uzayı demeyin, biraz sabredin da! Siz okumaya devam edin biraz sonra anlayacaksınız. Pazartesi iki saatlik yolculuktan sonra Valpo’dayım. Kaldığım hostel Luna Sonrisa adeta bir ev ortamı. Zaten küçük bir hostel.  Bu gelişimde daha küçük ve bir-iki dolar daha pahallı mekanları seçmeye başladım. Yeni yetme ortamlarını çekemiyorum artık. Valpo, Unesco kültür mirası listesine girmiş bir şehir. Şehrin tepelere kurulmuş kısmı adeta bir kartpostal gibi. Buradaki binalar cephelerindeki resim ve grafitilerle sanat eserine dönüştürülmüş. Bazı sokakları birbirine bağlayan geçitler sürprizlerle dolu. İnsanları şehrin üst kısımlarına taşıyan asansörler var şehrin muhtelif yerlerinde. Ama şehrin aşağıda kalan kısmının bir özelliği yok. Eh, böyle kartpostal manzaralarıyla dolu şehirde bana da bir sürü fotoğraf çekmek düşüyor. 

Ah! biz de niye yok bu renkler

Sokak değil sanat galerisi sanki

İnsan sırf şu görüntüden dolayı bu hostelde kalır

Hostelin hemen yakınında Pan de Magia (büyülü ekmek gibi bir şey) çok iyi empanada yapıyor dediler, ben de anında orada bitiverdim. Bu empanadanın ne olduğunu anlatmış mıydım hiç? Güney Amerika’da her yerde bulunan, içine bazen et, bazen peynir-jambon, bazen de tavuk konulan bir hamur işi. Ülkeden ülkeye lezzetinde farklılıklar var. Ben Kolombiya’dakileri çok sevmiştim mesela ama buralarda da güzel. Bir tane etli bir tane de ıspanak-peynirli söyledim. Nefis, nefis. Lorena (mekanın sahibi) evde yapar gibi yapıyor empanadaları. Patlıcanlı yapsan keşke diyorum. Arada yapıyormuş ama pek gitmiyor diyor. Eşek hoşaftan ne anlar : )) Peki kabak ve beyaz peynirli yapsan diyorum.  ‘Ah! Ne gezer beyaz peynir burada, en çok eksikliğini çektiğim şeylerden birisi’ diyor. 


Pan de Magia, süper empanadaları var




Beyaz peynir deyince hemen sahiplenmeyin. Bugüne kadar otuza yakın ülkeye gittim herkes beyaz peyniri feta cheese olarak biliyor ve Yunan peyniri olduğunu sanıyor. Ne diyeceksin! İş bilenin kılıç kuşananın. Bize ait olarak bilinen herhangi bir ürün bilmiyorum ben dünyada Türk lokumu dışında. Ha! bir de Galatasaray ve Fenerbahçe var. Bakın! Valparaiso sokaklarından birinde çekilmiştir bu foto.

Maçın sonucu ne oldu acaba?

Buraya gelmişken Şili’nin dünyaca ünlü şairi Pablo Neruda’nın evini ziyaret etmemek ayıp olur değil mi? Pablo Neruda’yı ‘İl Postino’ yani Postacı filmi vesilesiyle tanımıştım. Sonra şiirlerini okuyunca herkes gibi ben de bayıldım tabi. Eğer filmi izlemediyseniz kesinlikle tavsiye ederim. Valpo’daki önemli icraatlarımdan birisi ise bitmekte olan filtre kahve stoğumu yenilemek oldu.  Her zaman ki gibi şehirde yüzde yüz arabika kahve yapan tek mekanı, Puro Cafe’yi buldum. Mekanın sahibi benim gibi kahveye düşkün olunca bayağı bir kahve sohbeti yaptık. Ben kahvemin bitmek üzere olduğunu ve bana biraz çekilmiş kahve satmasını rica ettim. Elinde Brezilya çekirdeği varmış, hemen orada espresso ile test ettikten biraz satın aldım. Bana Türkiye fiyatının iki katına mal oldu ama olsun. Artık kahvem var ya, sırtım yere gelmez. 

Burada iki gece kaldıktan sonra Şili’deki son durağım olan Valle Del Elqui yani Elqui vadisine doğru yola çıktım. Her zaman ki gibi paradan ve zamandan tasarruf etmek için gece yolculuğu yapıyorum. Şoför galiba gaza fazla yüklendi sabahın beş buçuğunda La Serena garajına geliyoruz. La Serena sahil şehri. Benim planım vadinin içinde bulunan Pisco del Elqui köyüne gitmek. Köy derken 500 kişilik bir nüfustan söz ediyorum. Kısa adı Pisco’ya yol buradan iki saat. İlk minibüse kadar 1,5 saat bekliyorum. Neyse arabada uyurum artık. Ama nerde! Minibüsün o yanlardaki minik camlarının hepsi açık ve kapanmıyor da! Soğuktan büzüle büzüle varıyorum Pisco’ya. 

Pisco aslında üzümden yapılan bir brendi. Peru bölümünde anlatmıştım bu içki eşliğinde geçen komik bir geceyi. Barlarda farklı içkilerle ile karıştırıp kokteyl yapıyorlar ama ben çırpılmış yumurta beyazı, şeker ve limonla yapılan ‘pisco sour’u seviyorum. Bu bölgede birçok Pisco yapım hanesi olduğundan bu isim verilmiş köye. İnsanlar buraya daha çok medeniyetten uzakta vadinin göbeğinde kalmak için geliyor. Bir de etrafta ışık olmadığı için hiç göremediğimiz kadar çok yıldızlı gökyüzünü incelemek için geliyor. Aslında yıldızlı gecelerin babası San Pedro de Atacama’da görülüyormuş ama artık yanlarım ağrıyor oraya gitmek için. Benim için en önemli nedenlerden birisi bölgede bulunan gözlemevlerinden birisinde kendi gözümle uzayı gözlemek. Amma göz geçti cümlede. Bilimsel araştırma yapılan bir sürü gözlem evi var burada. Kanarya adaları ve Elqui vadisi bu işin başını çekiyor dünyada. Tabi benim gideceğim halka açık gözlem evi. Diğerlerine öyle herkesi almıyorlar ve neredeyse bir yıl önceden rezervasyon yapmak gerekiyor.  

Bu uzay merakı daha çocukken başladı ben de. Yıl 1969. Ülkede siyah-beyaz TV var sadece. O da her evde yok. Yayın da yok öyle her gün. Yayın olduğu günler çoluk-çocuk bizim komşu Ali Amcalarda toplanıp izliyoruz artık ne varsa programda. Neyse bir gün ‘aya çıkıyorlar, aya çıkıyorlar’ bağrışmaları eşliğinde toplandık Ali Amcanın evinde. Vay be! Gerçekten de aya çıktı adamlar. O günden beri bana ‘büyüyünce ne olmak istersin’ diye sorulduğunda benim cevabım ‘astyonot olucam’ (bir süre r’leri y diye söyleyebiliyordum) oldu. Astronot olup uzaya gidemedim ama dalgıç olup suyun altına indim. Netice de orası da ayrı bir dünya. Ya size bir şey itiraf edicem. Dünyayı keşfettiğimden filan değil ama bu dünya bana dar geliyor ya. Hani ‘Mars’a gidecek gönüllü aranıyor ama dönüş garantisi yok deseler’ ben giderdim valla. Acaba bir psikiyatra mı görünsem, ne dersiniz?

Gelmeden bir gün önce San Pedro diye bir hostele yazmıştım geliyorum, kaç para filan diye. Hostelin sahibi Santiago web sitesini verdi ben de oradan baktıydım hostele. Neyse hoş geldin filandan sonra ilk günün parasını alayım dedi. Ben de 8000 pesoyu çıkarıp verdim. ‘Kahvaltı istiyorsan 2000 daha vereceksin’ dedi. O anda anladım çakal birine denk geldiğimi. Neyse sabahın köründe yapacak bir şey yok. Sitede wifi var yazıyordu. Sadece bir bilgisayar var internete bağlı ama bir gün önce bağlantı da yokmuş. Kıl oldum. Kahvaltı filan istemiyorum. Zaten yolda sandwich yemiştim. Gidip kendime kahve yaptım ve bahçede kahvaltı eden üç hatunun masasına oturdum. Ben Fransızca konuşmaya  başlayınca hemen muhabbet koyulaştı. Yok, öyle Fransız züppeliği değil Fransızcayı tercih etmeleri. Kızların biri hiç bilmiyor İngilizce, diğeri biraz biliyor. Bunlar güneyden. Güneyliler daha alçak gönüllü ve samimi oluyor. Akdenizlilik durumu yani. Neyse öğleden sonra bu ibne Santiago’dan bisiklet kiralayıp gezelim diyoruz. Sebastian kızları kandırmış, 5000 pesoya bisiklet kiralama yerine ‘ben sizi parkurun sonuna arabayla götüreyim, zira gidiş hep yokuş yukarı (burası doğru), bir de snack ve kuru meyve, içecek filan vereyim siz de bana 12 bin verin’ diyor. Ben 12 bin mi derken öyle bakmışım ki puşt hemen 10 bine indi. Snack dediği şeyde bakkaldan 500 pesoya alınmış iki parça dandik bir şey. Neyse, sorun çıkartmaya gerek yok. Gittik parkurun sonuna.

Klasik tura çıkıyoruz fotosu

Aslında iyi ki de araçla gitmişiz yolun sonuna, zira bisikletler düz yolda bile zor ilerliyor. Zincirlerde bir gram yağ yok, vitesler çalışmıyor, arada zincir atıyor, fren pabuçları cantlara sürtüyor. Yani bisikletler ancak yokuş aşağı gidebiliyor. Arada minicik eğimlerde bile inip yürüyoruz. Bütün bunlara rağmen keyfimiz terinde. Dura-kalka, güle-oynaya döndük 3 saat sonra köye. Ama dönünce hep bir ağızdan şarlayınca 2000 daha düştü Santiago. Kızlar yarın San Pedro de Atacama’ya gidecekler, hadi bu gece dışarıda yiyelim dediler. Sezon artık bitmiş olduğu için akşam sekizden sonra mekan bulmak zor oldu ama bir pizza restoranı bulduk. Ortamı güzel yapmış abiler. Restoranın açık hava olan kum zemininin ortasına ateş yakmışlar, müzikte güzel. Biz de yemek öncesi pisco (bu yemek öncesi aperatif adeti Fransızların olmazsa olmazı nedense) yemekle de şarap derken gece yarısına kadar sağlam muhabbet yaptık o gece.

Vadim o kadar yeşildi ki.

Ertesi sabah kahvaltıda Santiago’nun bir gün önce söylediği peynirden ve gerçek kahveden eser yok. Neyse ben yeni filtre kahve almışım, herkese kahve yapıyorum, bir de Valpo’dan aldığım peynir var onu açıyorum, gönlümüz yine şen. Şen ama kızları uğurladıktan sonra bir gün önce göz koyduğum ‘El Tesoro del Elqui’ hostele geçiyorum. El tesoro hazine demek. Gerçekten vadideki hazine gibi bir mekan. Sahibi bir Alman. Öyle olunca da her yer mükemmel. Burası hostel değil esasında cabanas denen ahşap bungalow tarzı mekanlardan oluşan bir konaklama tesisi. Ama 3 kişilik bir yatakhanesi var. Tertemiz bir havuzu, şahane bir bahçesi, kafeteryası var. Kahvaltı dahil ve fiyatı o sefil hostelden daha iyi. Tabi sezon sonu olduğu için. Hemen mayomu giyip havuz kenarına gidip şezlonga uzanıyorum ve kitabımı açıyorum. Benden iyisi yok o anda. 

Dünyanın ıssız bir vadisindeyim, hiç bir şey ipimde değil açıkçası

Akşamüzeri oda da kalan Alman kız geliyor. Merhaba diyorum, ses yok. Dilsiz mi acaba diyorum ama olmaz ki. Nasıl seyahat etsin? Bir kağıt çıkarıyor cebinden. Üzerinde ‘today is my silent day’ yazıyor. Herkes başka bir cins işte. Tamam sorun yok ta, küçücük oda da kalan iki kişiyiz ve garip bir sessizlik var ortada. Ben de bahçeye çıkıp, bilgisayarda çektiğim fotoğrafları düzenliyorum.

Bu fotoğraflar konusunda bazen fotoşopmu kullanıyorsun diye soranlar oluyor. Yok! Fotoşop yok zaten bilgisayarda. Picasa kullanıyorum. Bilenler bilir, Picasa’da temel düzeltmeler var sadece; ışık, gölge, kırpma, doygunluk filan gibi. Bu kadar düzeltmesizde dijital fotoğrafçılık olmuyor. Zaten bu düzeltmeler makinenin yetersizliklerini dengeliyor. Bazıları dijital makineleri analog yani filmli makinelere göre çok üstün sanıyor ama yanılıyorlar. Dijital makineler ancak son birkaç yıldır filmli makinelerde çekilen fotoğraf kalitesine yaklaştı. Ama hala alınacak yol var. Tabi bu farkı dijital dönemden önce özellikle slayt film ile çalışmış ve bu konuda emek vermiş olanlar anlar. Dijital makinelerin farklı konularda avantajları var tabi. İstediğin kadar çek, anında gör, düzeltme yap, efekt yap, hızlı enstantane, yüksek ISO vb. 

Ertesi sabah ‘günaydın’ diyor adını unuttuğum Alman kız. ‘Aa, konuşuyorsun diyorum gülerek. ‘Sadece dündü o diyor’ Sormuyorum neden diye. Banane canım, herkesin bir nedeni var. Ben de bazen sessiz günüm filan olmasa da kimseyle konuşasım olmuyor ve merhaba, nasılsın filan dışında konuşmuyorum pek. Bu arada tüm seyahatim boyunca bir ilk yaşanıyor (tur kısmını saymıyorum) ve açık büfe kahvaltı yapıyorum. Peynir bile var. Daha ne olsun. Bu hostel kahvaltıları şöyle oluyor genelde. B.ktan bir kahve, sallama çay, ekmek, yağ, marmelat. Çoğu yerde de endüstriyel marmelat. A! Hakkını yemeyeyim Valpo’da kaldığım Luna Sonrisa’nın kahvaltısı da neredeyse buradaki kadar güzeldi. 

Bu gün burada son akşamım olduğu için gözlemevine gidicem artık. Buraya bir saat mesafede olduğu ve gece gidildiği için tur almak lazım. 17 bin peso diyorlar. Giriş 4500, yola 12500 yani 28 dolar istiyor adiler. Ben de buradan ayrılıp Vicuna’ya gitmeye karar veriyorum. Zira gözlemevi orada olduğu için fiyatı 6500 sadece. Hem de iki gündür Pisco’nun toplam dört sokağında yürümekten sıkıldım artık. Her ne kadar mekandan ayrılmak zor olsa da toplanıp yola çıkıyorum. Vicuna’ya geldiğimde ortalık  kalabalık, patırtı, gürültüden geçilmiyor. İlk defa bir ralli düzenleniyormuş bölgede. Meydan da anıran araba egzozları, sesi sonuna kadar cızırtılı hoparlörlerden gelen abuk subuk müzikler. Gelmese miydim acaba? Üstelik Vicuna’da hostelde yokmuş! Bir mekan buluyorum seyyahın kutsal kitabı Lonely Planet’ten. 14 bin peso istiyorlar yani 30 dolar. Tamam özel oda, iyi kahvaltı ama asla vermedim bu parayı gezerken, vermeye de niyetim yok. Biraz dolaşıp 20 dolara biraz dandik bir yer buluyorum. Kahvaltı yok ama olsun. Ben artık yöntemi buldum. Marketten bir avokado, bir domates, 100 g. kaşar ve ekmek alıyorum. 2 dolara çözüyorum işi. Üstelik aldığımın bir kısmını akşam yemeği için aldığım nevalenin yanında yiyorum. Dediğim gibi burada gözlem evi turu ucuz, Pisco’dakinin üçte biri. Ama burada El Pangue diye başka bir gözlem evinin var olduğunu öğreniyorum. Burası diğerinden daha az turistik. İki astronom ile gözlem yapıyorsunuz ve sadece 10 kişi alıyorlar. Fiyatı 18 bin. Pisco’da kalsam daha turistik olanına 17 bin verecektim buna 18 bin veririm bu durumda. Zaten buraya gelişimin asıl sebeplerinden birisi bu. İyi de bu turu satan ofis kapalı. Dörtte açılır diyorlar. Şili’de ve Arjantin’in birçok yerinde birle dört arası çoğu yer kapalı oluyor. Neyse bekliyorum saat beşi geçiyor. Gelen giden yok. Kös kös diğer tarafa rezervasyon yaptırıyorum. Sonrasında marketten alışveriş yapmış canım sıkkın şekilde hostele dönerken acente açık olmasın mı? Bekledim o kadar gelen giden olmadı diyorum, tebessüm ediyor sadece. Latin Amerika’nın bir numaralı kuralı geçerli yine. Tranquilo! Allahtan diğer yere yaptırdığım rezervasyon için henüz para ödememiştim. Hemen iptal ediyorum ve buraya kaydımı yaptırıyorum. 

Akşam sekizde 10 kişi bir minibüsün içinde dağlara doğru karanlık, kıvrıla kıvrıla giden toprak bir yolda ilerlerken sanki gizli bir yere gidiyormuşuz hissi geçiyor içimden. Sessiz karanlığın içindeki yolculuğumuz sadece kırmızı birkaç ışıkla aydınlatılmış karanlık bir yerde sona eriyor. Bu durum önce garip gelse de sonradan anlıyorum durumu. Gözlem yaparken civardaki en ufak ışık bile belli ediyor kendini. Birisi 40 cm. birisi 20 cm iki teleskop var. Bize İngilizce açıklama yapan astronom önce Jüpiter’e yönlendiriyor teleskopu. Sıra bana geldiğinde gördüğüme inanamıyorum. İşte Jüpiter karşımda. Üzerine aylarından birinin gölgesi düşmüş, sapsarı küçük bir nokta gibi karşımda duruyor. Etrafındaki dört ayı görüyorum ve en bilinen olan İo’yu. Sonra bize en yakın yıldız Alfa Centauri’yi gösteriyor. Bir yandan soru cevap devam ediyor bir yandan yıldızları, galaksileri, nebulaları gözlemliyoruz. Samanyolu evrenin neresinde diye soruyorum. Bilinmiyor diye cevap veriyor astronom. Tüm galaksilerin bir disk şeklinde oluştuğunu ve bizim içinde bulunduğunuz güneş sisteminin merkezle dış sınır ortasında bir yerde olduğunu öğreniyorum. Bize 60 milyon ışık yılı uzaklıkta ve şeklinden dolayı sombrero (Meksikalıların kullandığı geniş kenarlı şapka) denen galaksiye bakıyorum. Şekli gerçekten şapka gibi. 3-4 cm. boyutunda görünüyor ama içinde bizim güneşimiz gibi yüz milyarlarca yıldız ve kim bilir kaç yüz milyarlar gezegen ve ay barındırıyor. Bu galaksi evrendeki yüz milyarca galaksiden sadece biri. 60 milyon ışık yılı uzaklıkta dedim ya, mesafeyi km. cinsinden bulmak için şu işlemin sonucunu bulabilmeniz gerekiyor:   
60.000.000 x 300.000 x 365 x 24 x 60 x 60 = 567.648.000.000.000.000.000  km. Ben hesabı sizin için yaptım ama ortaya çıkan sonucu açıklayan birimi bulamadım maalesef. 

Bu mimik şapkanın içinde bizim güneş gibi yüz milyarcası var!

Sonra Eta Karina’yı gördük. Her an bir süpernovaya dönüşmesi yani infilak etmesi beklenen yıldızı. Bunun bizim hayatlarımız içinde mümkün olabileceğini söyledi astronom. Elbette bizim de görebileceğimiz dev bir ışık yayılması olacak. Sağında solunda oluşan bulutlanmalar bu patlamanın ön belirtileriymiş. Bu arada gördüğümüz her şey geçmişte. Yani gökyüzüne baktığımızda geçmişi görüyoruz. Güneşte bir sorun yaşansa bizim ancak 8 dk. Sonra haberimiz olacak. Dolayısıyla Eta Karina’ya bakarken geçmişte patlayıp artık yok olmuş bir yıldıza bakıyorduk muhtemelen. Biz sadece bunun yarattığı etkiyi milyarlarca yıl sonra görebiliyor olacağız. Ne yani şimdiden geçmişe mi bakmak? Hımm! Biraz düşüneyim bu konuyu. Zamana göreceli bu durumda. Bir dakika aklımı karıştırmayın, düşünüyorum. Bu durumda atomlar ışık hızında yol alıyorsa kütle enerjiye enerji de kütleye dönüşüyor olabilir mi acaba? Eğer hiçbir şey ışık hızından daha hızlı gidemez ise.. O halde enerji yani E = mc2 desek? Yok canım, saçma oldu bu. Böyle olsa zamanın da bükülmesi lazım. Ne bu tel mi ki zaman bükülsün.  Bir an bir şey buldum sandım ama geçti şimdi. 

Alın size double star yani duble yıldız

Asıl ilginç olan ise ikiz yıldızı görmekti. İkiz yıldız benim tabirim. Astronom ‘double star’ dedi. Konudan bahsedince ben İngilizce hadi canım anlamında bir şey söyleyince gel göstereyim dedi. Gözümü teleskopun vizörüne dayayınca küçük dilimi yutuyordum (gerçi yutamam ki, 5 sene önce uyku apnesi sorunum nedeniyle küçük dilim üst damağa dikildi) Aynı anda doğmuş iki yıldız birbirlerinin çekim gücü etkisiyle biri diğerine mahkum olarak yaşamlarını sürdürüyorlar. Elbette yapışık değiller ama belirli bir mesafede olmak koşuluyla, beraber hareket ediyorlar. Hayatımdaki en ilginç gecelerden birisi olan bu gecenin tatlısı ile o sevimli halkalarıyla gökyüzünde asılı duran Satürn’ü görmek oldu. Hatta insanoğlunun dünyadan sonra yaşaması en muhtemel Titan’ı (Satürn’ün atmosferi olan ayı) bile gördüm. Astronoma son olarak sorduğumuz sorunun cevabı ise çok ilginçti.    
 – Peki, Titan’da atmosfer var diyorsunuz ama bu atmosfer koşulları insanın yaşamasına uygun mu ?        
 – Değil ama bu koşullar değiştirilebilir.                                                                                                                     
 – Peki, bu o kadar kolay mı?                                                                                                                                      
 – Baksanıza, bizimkini 100 yılda değiştirdik. Neden olmasın?                                                                       
 – !!!!
Doğru valla. İnsanoğlu olarak dört buçuk milyar yaşındaki gezegenin atmosferinin içine ettik yüz yılda. Titan'ın da icabına bakarız en kısa zamanda. 

Gelecekteki muhtemel yeni evimiz, Titan. Sol aşağıdaki minik nokta

İşte böylece Şili’nin ıssız vadilerinden uzaya doğru açılmış oldum. Eğer ki evrende neler olup bittiği konusunda biraz merakınız varsa ama bir türlü okuduklarınızdan bir şey anlamıyorsanız size Stephen Hawking’in kızı Lucy ile birlikte yazdığı ‘Evrene Açılan Anahtar’ kitabını tavsiye ederim. Kitap, evreni ve onun kanunlarını neşeli ve heyecanlı bir hikaye eşliğinde anlatıyor. Yeni kitapları çıkmış diye duydum dönünce alıcam.

11 Nisan 2013

Uzun ince bir yoldayım


Gidiyorum gündüz gece
Bilmiyorum ne haldayım
Gidiyorum gündüz gece gündüz gece vay.

Hangi ülkeden bahsediyorum anladınız değil mi? Anlamadınız tabi. Ya bu adam bir şeyler yazıyor ama bakalım nerelermiş buralar deyip haritaya bakmak yok ki. Hazırlopçular sizi! Güney Amerika’nın Pasifik kıyılarında kuzeyden güneye yılan gibi uzanan bir ülke var. Şili derler oraya. Bildiniz mi şimdi? Uzunluğu dört bin küsur km. eni 300-400 km. yi geçmiyor. Şili de doğu-batı kavramı yok, varsa yoksa kuzey-güney. ‘Nereye gidiyorsun? Kuzeye. Nereden geliyorsun? Güneyden’ Durum böyle olunca ha babam de babam yollardasın. Allahtan ülkenin en güney kısmını turla beraber yaptım da bir kısmını kurtardım. Bildiğiniz üzere en son Arjantin’in Barliloche’sindeydim. Oradan 7 saatlik (bakınız harita) yatay geçişle Şili’nin Puerto Varas kasabasına duhul ettim. Aslında bana kalsa Puerto Montt’a gidecektim ama Cem sağolsun ‘orası şehir, gideceksen hemen 20 km. yakınında Puerto Varas var oraya git, orada arkadaşım Niko’nun hosteli var, orada kalırsın ’ demişti. Niko’nun pansiyonu -Casa Margouey- hemen göl kenarında. Selam sabahtan sonra hemen burada en iyi kahve nerede yapılıyor diye soruyorum. ‘El Barista’ya git’ diyor. El Barista hemen köşeyi dönünce. Garson latteyi tavsiye ediyor. Aman kardeşim o ne latte öyle! Öyle yoğun ki çatal kaşıkla yiyebilirsin. Gitmeden iki kez daha geldim tabi. 

Puerto Varas - Llanquihue gölü ve karşıda Osorno Volkanı

Daha önce de bahsetmiştim galiba, ben kahvekeşim. Gittiğim yerlerde hosteli bulduktan sonraki ilk işim oranın en iyi kahve yapan yerini bulmak oluyor. Keşke diyorum her gittiğim yerdeki mekanları not etseydim de ‘Seyyahın kahve günlüğü’ diye bir blog yazsaydım. Küçük yaşta başladım ben bu merete. Ablam bir Almancı ile evlenip Alamanya’ya yerleşince, her yaz geldiğinde nescafe getirmesi adet olmuştu. Yaşı uygun olanlar bilir, o dönemde misafirlere özel olarak nescafe ikram edilirdi. Ablam orada kala kala filtre kahveye alıştığı için sonraki yıllarda filtre kahve makinesi getirince ben de küçük yaşta bu kahveyle tanışmış oldum. Bu durum yıllarca devam etti ama memlekette filtre kahve yok ki. Sonra Bodrum’da İsviçre menşeli Sea Garden otelde 3 yıl çalışıp ve hatta yaşayınca tekrar kavuştum kahveme. Bu arada menüye espresso eklendi. Bir de üstüne iki yaz İtalyan tatil köyü gelince ben tam bağımlı oldum. 2001 de İstanbul’a gelince baktım İstanbul hala bu konudan bihaber ben de kendi makinemi alıp evde yapmaya başladım. O dönem Cihangir’de Rafineri’ye gidiyoruz kahve içmeye ama kahve çamur gibi. Her seferinde söyleniyorum ben, Maria (Rafineri’nin işletmecisi) artık beni huysuz müşteri ilan etti. Ne zaman kahve zincirleri memlekete girdi, ondan sonra bu iş memlekette yayılmaya başladı. 

Nereyi anlatıyordum ben ya! Kusura bakmayın araya kahve molası girdi. Puero Varas’a gelmiştim değil mi? Puerto Varas’ı anlatmaya başlamadan önce biraz Şili’den bahsetmem lazım. Şili, doğa harikası bir memleket her şeyden önce. En güneyde Patagonya, en kuzeyde Atacama çölü, ortada göller bölgesi, Santiago’nun kuzeyinde Elqui vadisi, dağlar, volkanlar, bağlar, bahçeler, nehirler derken insan nereye gideceğine, hangisini göreceğine karar vermekte zorlanıyor. Hepsi olmuyor tabi, zaman kısıtlı, yol uzun, para az. Paranın azlığı hem paramın azlığından hem de Şili’nin pahallılığından kaynaklanıyor. Fiyatlar nasıl desem Avrupa hatta İstanbul ayarında. Hani Orta Amerika’da günlük ortalama 30 dolar bütçem vardı ya, burada 50 dolara fırladı. Bu durumda süreden kısmaktan başka çare yok. Bir kere hostelde dormda bir yatak 18-20 dolar. Yemek 10 dolardan aşağı değil. Gece çıkmakta hiç ucuz değil. Aktiviteler ateş pahası. Allahtan otobüs çok pahallı değil. Şili tam bir hamburger ve sandwich cenneti. Sandwich dediğime bakmayın birçok restoranda menüde sandwich var. Ama hakkını vermiş adamlar. Mesela barros luco içinde et dilimi ve eritme peyniri olan bir sandwich, yedin mi doydun. Barros Jarpa, churrasco, completo, italiano derken onlarca çeşit sandwich var. Hele bir de avokado koymuyorlar mı! Bu avokado fevkaladenin fevkinde bir sebze, yok meyve. Üf! Aman bilemedim. Öyle bir şey işte. Salatayla, sandwichle, kahvaltıyla, etle kısacası her şeyle süper gidiyor. Bizim memlekette satılanlar nedense böyle değil. Bir kere yumuşacık olması lazım, şöyle ikiye kesitin mi ortasından ayrılacak, bıçakla etli kısmını sıyırıp biraz tuz ve zeytinyağıyla karıştırıp ezeceksin sonra götüür! İşte ben de kah sandwich, kah marketten al hostelde pişir yöntemiyle durumu dengeledim. Şilililer sıcak kanlı, kibar, yardımseverler ama o İspanyolcaları yok mu! Sanki bambaşka bir dil konuşuyorlar. Konuşurlarken glu, glu,glu diye bir ses algılıyorsun sadece.  Hızlı konuşmaları bir yana vurgularda yok. Cometta ne demek yahu? Como estas demekmiş ama gel de anla. 

Çile adı gibi (Şili İspanyolcada Chile – okunuşu çile) bir dönemler çok çile çekmiş bir ülke. 70’lerin başında Pinochet denen o. çocuğu diktatör ülkede çok canlar yakmış. Toplu cinayetler, işkenceler, sürgünler hala belleklerde çok taze. Valparaiso’da kaldığım hostelde çalışan Şili-Kolombiya melezi ve Amerika doğumlu Natalia, babasının Pinochet zulmünden, anasının da Kolombiya’dan Escobar belasından kaçarak Amerika’ya yerleştiklerini, orada tanışarak evlendiklerini ve aradan 30 yıl geçmesine rağmen hala memleketlerine bir kez bile gelmediklerini anlattı. Aklım almıyor gerçekten. Hadi sadist ruhlu bir diktatör ülkede bir şekilde başa geçiyor ama nasıl oluyor da yüz binler, milyonlar adamın yaptıklarını göre göre destekliyor. Hitler, Musolini, Pinochet, İdi Amin, Pol Pot ve bunlar gibi bir avuç insan milyonları katlettiler dünyanın gözü önünde. Belki de insanın özde hala vahşi bir tür olmasından kaynaklanıyor bu durum. 

Şili’de kimin Şilili olduğunu anlamak güç.Tamam yerli ve mestizo kökenliler, esmer tenleri, kısa boyları ve tıknaz yapılarıyla anlaşılıyor ama buraya göç eden Alman, İtalyan, Fransız göçmenler neticesinde sarışın, esmer, kumral her türlü tipten insan var. Tamam, kızları merak ediyorsunuz değil mi benim abazan arkadaşlarım. Ortalık güzel kızdan geçilmiyor değil ama öyle güzeller gördüm ki, hani insanın dibi düşer derler ya. Ne dibi düşmesi, birkaç kere olduğum gibi düşüyordum. Ne diyelim Allah Şilililere bağışlasın. Benim gözüm yok o işlerde. Unumu eledim, eleğimi duvara astım, artık bir lokma bir hırka münzevi hayatı yaşamaya karar verdim. 

Puerto Varas’a gelince, göl kenarında minik bir kasaba burası. Hesapta Şili’ye geldim ama sanki Almanya’nın bir kasabasındayım. Almanca sokak isimleri, Alman restoranları, Alman mimarisi hemen göze çarpıyor. Gölün karşısında Osorno volkanı gölün gerdanlığı gibi duruyor adeta (arada yaparım böyle edebiyatımı da). Yazın dolup taşıyormuş oteller ama şimdi sonbahar olduğu için gayet sakin. Burada pisiklet kiralayıp gezebilirsiniz, volkana tırmanabilirsiniz, atla gezebilirsiniz, kano turu yapabilirsiniz vs. vs. Ben yapmadım tabi hiçbirini. Gördük işte bir sürü volkan. Ben gezerim sokaklarda, içerim lattemi, çekerim fotoğraflarımı. Fotoğraf dedim yine aklıma geldi. Bariloche’de kaldığım hostelin hemen karşısında teknik servis varmış ama ben ancak ayrılırken fark ettim. Niko’ya soruyorum Puerto Montt’da baktırabilir miyim makineye diye. ‘Bir arkadaşım var fotoğrafçı, makinelerden anlar bir sorayım’ diyor. Ertesi günü abi geliyor hostele. Makineyi evirip çeviriyor, 40 dolara hallederim diyor. Anlaştık. Oracıkta, internetten manuelini indiriyor, aynayı kaldırıyor, püf diye üflüyor ve toz gidiyor! Vay be bir püf mü sadece? Ama öyle demeyeyim, her şeyin bir püf noktası vardır ve mesela o noktayı bilmektir. Bu püf noktası çömlek yapımında kullanılan bir deyimdir. Hikayeye göre çömlek ustası çömlek üzerindeki hava kabarcıklarına püf diye üflemektedir ki, çömlek pişerken çatlamasın. Toz gitti ama sensör oldukça kirli görünüyor. Aylarca dağ, bayır demeden dolaşınca böyle oluyor tabi. Her neyse adam sağolsun makineyi alıp özel bir solüsyonla güzelce temizledi sensörü. Makineyi geri getirdiğinde denedim hemen, fotoğraflar cam gibiydi. Ben de helali hoş olsun severek verdim 40 doları. Zaten servise götürsem 100 dolar çakarlardı kesin. Tralalala.. Benden mutlusu yok artık. Kutlamak için bir latte daha.. İnsanoğlu Nasrettin Hoca misali işte. Eşeğini kaybedersin önce, sonra buldum diye pek mutlu olursun. 

Alman mimarisi şehri sarmış durumda

Daha ne olsun, Alman klubü bile var
Gezerken bir müze görüyorum deniz kenarında. ‘Pase caballero, es gratis’  (geçin bayım, ücretsiz) diyor bir adam. Ne burası diyorum. Yıllar içinde kendi kurduğu özel bir müzeymiş. Pablo Fierro bu bakımsız mekanı önce adam etmiş, sonrada yıllar içinde topladığı, bulduğu ve kendisine verilen objelerle bugünkü haline getirmiş. Müze ücretsiz, gelenler 3-5 atıyorlar kutuya ama o paranın çoğu yine müzeye gidiyor diyor Pablo ‘E, peki kazancın ne diyorum bu durumdan’ Tutku diyor. Sahi ya, böyle bir şey de vardı değil mi hayatta? Paradan puldan, maldan mülkten başka. Mesela dostluklar vardı sıkı fıkı, derin sohbetler vardı, hayaller, tutkular, coşkular vardı. Beton evlerimizde TV ve internetle baş başa yaşamadan ve sadece daha çok çalışıp daha çok kazanıp daha çok satın almadan önce. Hatırlayanınız var mı bunları? Benim de aklıma hep böyle uzun seyahatlerde geliyor ancak. Geri dönüp çemberin içine girince içindesin artık çemberin. İşte benim zaman zaman yaptığım dışına çıkmak. Bülent Ortaçgil’de nereden bulur bu sözleri, kelime sihirbazı gibi bir adam. Gene daldım gittim işte, kusura bakmayın.

Pablo Fierro müzesi

Burada iki gece kaldıktan sonra sabah 5 saat kuzeye çıkarak Pucon’a geliyorum. Kalacağım hostel ‘El Refugio’ garajdan bir blok mesafede. Güney ve hatta Orta Amerika’da adres tarif etmek ve bulmak çok kolay. İspanyolların mirası olan grid sistemi hayatı çok kolaylaştırıyor. Adresler hep şöyle ‘Buradan 2 blok dümdüz git, sağa dön 3 blok ilerle işte orası’. Süper değil mi? Ben benim evi birine tarif için beş dakika filan dil döküyorum. 

Pucon'da gün batımı pek bi güzel canım

Pucon, aktivite turizminin merkezi. Rafting, volkan yürüyüşü, at binme, trekking, bisiklet, kanyoning, kano, kayaking, kışın kayak yani ne ararsan var. Ama buranın olmazsa olmazı sabahın köründe kalkıp saatlerce volkanın tepesine kadar yürümek ve yürümek için de 80 doları bayılmak. Yapmayanı dövüyorlar! Pucon’da herkese sorulan soru bu, volkana gittin mi? Gitmedim, gitmeyeceğimde! Anlamıyorum ki, birileri gidiyor diye neden herkes gidiyor. Anlıyorum aslında. Gezenlerin çoğu yirmili yaşlarda ve diğerlerinden geride kalmak istemiyorlar. Seyahat ederken benim listem genelde hep kendi listem oldu. Arada topluluğu izleyip yaptığım şeyler oldu ama genelde sadece içimden gelenleri yapmaya çalışıyorum ve hiç içimden gelmiyor saatlerce volkana yürümek. Ama mesela sırf Elqui vadisindeki rasathanelerin birinde gözlem yapmak için saatlerce yolculuk yapıcam ve bana bir sürü para ve zamana mal olacak ama olsun. Dünyanın en bilinir gözlemevlerinin bulunduğu bir bölgede gerçek bir teleskopla ve astronomlar eşliğinde uzayı gözlemlemek en çok yapmak istediğim şeylerden birisi bu seyahatte. 

İşte herkesin çıkıp benim çıkmadığım volkan
Elbette yatmıyorum sadece Pucon’da. İlk gün dolaşıyorum kasabada. Burası da göl kenarında çok fiyakalı bir kasaba. Puerto Varas gibi yazın dolup taşıyor. Oldukça da şık ve dolayısıyla pahallı bir yer. Demek ki yine marketten alışveriş yapılacak. Ertesi günü hava kapalı ve yağışlı. Bu durumda en güzel aktivite otobüsle yarım saat mesafedeki Los Pozones doğal termal havuzlarına gitmek. Hostelde tanıştığım Brezilyalı çift Juliana ve Juri ile gidiyoruz. Hemencecik kaynaşıyoruz birbirimize. Çok sıcak insanlar. Hava serin ve kapalı ama havuzların içi sıcacık. Biraz o havuz, biraz bu havuz derken sıcak bayıyor adamı. Bu durumda hemen yanımızdan geçen buzz gibi nehre atlamak en iyi çözüm. Cossss! efekti oluyor resmen. Şoktan üşümüyorsunuz bile, cildiniz acıyor. Ama iyi geliyor. Akşam Brezilyalılar gidiyor. Ben de ertesi günü yine hostelde tanıştığım Amerikalı  Cody ve seyahat ederken bir süre durup hostelde çalışmaya karar veren Gary ile bisiklet kiralıyorum. Yine şelaleler, göller, yolda durup böğürtlen yemeler derken güzel bir tur oluyor. Ertesi gün ise son günüm. Sabah erken kalkıp milli parkta yürüyüşe gidicem ama kalktığımda saat neredeyse 11 olmuş. Gidiş-dönüş belli saatlerdeki otobüslere tabi olduğu için yürüyüş planı yatıyor. Her gün her gün de aktivite olmaz ki canım! Gerçi benim kaçınılmaz bir aktivitem var hep. Sokaklara özellikle arka sokaklara dalıp fotoğraf çekmek. Akşamüstü gün batımından önce göl kenarına gidiyorum. Sevgililer dolu. Sarılanlar, öpüşenler, yiyişenler : )) Adiler! Olan var, olmayan var. Şili’de herkes her yerde öpüşüyor. Bunları bir gün bizim memlekette görmek nasip olacak mı acaba? En azından 2023’e kadar zor görünüyor. 

Cody ve Gary ile bisiklet kiralayıp gezdik
Caburgua gölü
Akşam hostelde Gary ve tüm Güney Amerika’yı bisikletle gezen İngiliz bir abi ile dünyanın hallerini konuşuyoruz. Gary’nin bir Amerikalı olarak söyledikleri beni şaşırtıyor. Genelde aklı bir karış havada, dünyayı sadece TV ve basında tanıyan birçok Amerikalının aksine açık, dürüst bir şekilde olaylara yaklaşması ve doğruları görmesi beni sevindiriyor. Ama böyle insanlar. Sadece Amerika’da değil dünyada da o kadar az ki gözlerini açıp biraz olsun gerçekleri görebilenler! N’olacak ya bu dünyanın hali böyle : ))

Gece 11 saat yolculukla yine kuzeye, Santiago’ya geliyorum. Santiago’nun metro sistemi Güney Amerika’da en iyi olanı. Hızlı, temiz, ucuz, güvenli.  Ama sabah sekizde kullanmaya hele hele 2 çantan varsa hiç uygun değil. İnsanların kapı pencerelerde yassılaşmış uzuvları oldukça trajikomik. Dışarı çıkıp bir kahve alıyorum ve meydanda bir banka oturup gelen geçeni izliyorum. Otobüste pek iyi uyuyamadığım için (yanımda 2 metrelik dev bir İsrailli oturuyordu) biraz yorgunum o kadar. Üstelik ne acelem var. Zaten bu da seyahatin bir parçası bence. Yani herhangi bir yerde oturup, etrafı seyretmek, gelen geçeni izlemek hoşuma gidiyor. Ortalık tenhalaşınca metroya binip BellaVista semtindeki hostelime gidiyorum. BellaVista, biraz Cihangir, biraz Beyoğlu bir semt. Pio Nono caddesi sıra sıra restoran ve birahane ve barlarla dolu. Saat dörde kadar filan hiç hareket yok ama sonra dolup taşıyor. Litrelik biralar açılıyor ve fastfood eşliğinde saatlerce içiliyor. Hemen paralelindeki Consitution ise daha şık restoran ve barlarla dolu. Eh, fiyatlarda ona göre tabi. İlk günü kaldığım semtte geçiriyorum ve yüzlerce fotoğraf çekiyorum. Nasıl çekmeyeyim ki! Restoranların, barların cepheleri, duvarları birbirinden çekici grafitilerle bezenmiş. Mekanlar bir renk cümbüşü. 

Böyle çok fotoğraf çektim

Bizde bu resmi anında yok ederler

Şahane dimi

Ertesi günü Brasil semtine gidiyorum. Metro durağının bulunduğu bulvar gösteri yapanlarla ve polis barikatlarıyla dolu. Santiago, dünyada en çok gösteri ve protestoların yapıldığı şehirlerden biri. Dikkatinizi çektiyse bilirsiniz, yakın zamanda lise ve üniversite öğrencilerinin daha iyi eğitim için yaptıkları protesto hareketi aralıksız bir seneden fazla sürmüştü. Helal olsun valla! Öyle bizdeki gibi sadece İstiklal caddesinde bir kerelik yürüyüş gibi değil gösteriler. Haklarını almak için durmadan, yılmadan bir yıl boyunca devam ettiler öğrenciler gösterilerine. E, ne demişler hak verilmez (ise) alınır. Brasil semti pek umduğum gibi canlı değildi. Buradan yürüyerek şehir merkezine ve ana meydan olan Plaza de Las Armas’a yürüyorum. Meydan’da ve Paseo Ahuma’da pantomimciler, açık hava standupçıları, klasik müzik öğrencilerinin konserleri, şarkı söyleyenler yani ne ararsan var. Dolaşırken susuzluktan boğazım kurumuşken neredeyse iki adımda bir satılan mote denen meşhur bir içeceği deniyorum. Mote, haşlanmış buğday taneleri ve bir nevi şeftali kompostosu (şeftali parçalarıyla birlikte) ile hazırlanan bir içecek. Nefis, nefis! Bundan sonra bulduğum her yerde içtim moteyi. Hemen meydanın yakınında Mercado Central’a (merkez Pazar) gittim buraya kadar gelmişken. Burası kapalı bir pazar yeri. Balıkçılar, tavukçular, peynirciler, etçiler ve bir sürü restoran var mekanda. Burayı da gezdikten sonra mahalleye dönüyorum. 

Karnım aç. Pio Nono’da yemek yiyecek bir yer ararken İstanbul diye küçük bir mekan görüyorum. Nedense yurtdışında açılan Türk mekanlarının çoğunun adı İstanbul. Denediğim birkaçında hep hayal kırıklığı oldu (bakınız Peru). Sadece adı Türkçe olan yemeklerden oluşan menüleri var ama bırakın tatlarını görüntüleri bile benzemiyor. Yine de giriyorum mekana. ‘Tiene döner kebap’ yani döneriniz var mı diyorum. ‘Merhaba Türk müsünüz’ diyor tezgahın arkasındaki çocuk. Muharrem, İzmirli bir genç. Amcaoğlu Yakup ile buraya gelmişle bir buçuk yıl önce ve mekanın sahibi olan bir Türk'ten kiralamışlar dükkanı. İzmir’de işleri zaten dönercilik olduğu için işi biliyorlar. Gündüz biri, gece diğeri duruyor dükkanda. Kirası 2 bin dolarmış küçücük mekanın ama hem masraflarını çıkartıyorlar, hem yaşıyorlar hem de üstüne ayda 1500-2000 dolar atıyorlarmış kenara. Türkiye’de olsalardı nah kazanırlardı bu parayı. Çok çalışıyorlar ama en azından karşılığını alıyorlar. Bugün döner yok ama Muharrem bana buranın pek sevilen yemeklerinden chorillana yapıyor. Chorillana patates kızartmasının üstüne, soğan ve domatesle kavrulmuş et yemeği. Üzerine de yumurta kırıyorlar. ‘Sen yumurta kırma ama şu dolaptaki yoğurttan koy yanına’ diyorum. Yoğurt mu dedim? Evet, yoğurt. Şili’de çok yaygın olmasa da yoğurt bulunuyor. Bizim ki kadar güçlü bir tadı yok ama fena da değil. Bir de üzerine kırmızı biber (pul değil ama toz) ve sarımsaklı sos koyunca midem bayram ediyor. Gavurda en çok beyaz peynir, zeytin ve yoğurda aş eriyorum. Gerçi Şili’de zeytin de var ama biz zeytin diye yemeyiz onu. 

Muharrem ve Yakup

 Tepeden böyle görünüyor işte Santiago

Akşam lobide otururken Şilili bir çocukla tanışıyorum. Adı Felipe. Brezilya’da tanıştığı iki Singapurlu kızı dışarı çıkarmak için gelmiş hostele. Jamin ve Caren ‘hadi sen de gel diyorlar’ Önce biraz dolaşalım diyoruz.  Dolaşırken İstanbul’un önünden geçiyoruz. Ohooo! Bizim Yakup yanında bir arkadaşı iki Şilili kızla oturmuş, bir yandan muhabbet ediyor bir yandan yakın markaj çalışıyor. Ertesi günü sordum ne iş diye ‘Oturuyorlardı iki kız ben de arkadaşımla gittim oturdum ve sonra böyle oldu’ dedi. Öyleymiş burada adet. Hop otur masaya, içkileri söyle, yarım saat sonra öpüşme faslı, gece de hicaz faslı..

Neyse, herkes kendi işine baksın dimi ama. Biz dolaşma faslından sonra yakın bir yerlerde salsatekaya gidiyoruz. Salsateka Güney Amerika’da ağırlıklı salsa müziğinin çalındığı ve doğal olarak salsa dansının yapıldığı mekanlar. Ulen, Kolombiya’da o kadar ders aldık ama iki yıldır bir kere bile denemediğim için hiç bir şey hatırlamıyorum. Kazık kadar olduk ama şu hayatta iki dans öğrenemedik ya ona yanarım. Bence tüm dünyada müfredatlara ilkokuldan itibaren zorunlu dans dersi konmalı. Herkesin dans ettiği bir dünya kesinlikle daha keyifli olurdu. Saat bir gibi canlı müzik başlıyor ve Şilililer hep bir ağızdan şarkılara eşlik ederek kopuyorlar. Saat iki gibi mekan iyice dolarken bizim pilimiz bitiyor ve çıkıyoruz. Şili’de de Arjantin gibi gece hayatı 1-2 den önce başlamıyor.

Ertesi gün, bizim semtte bulunan Cerro San Cristobal’e gideceğim. Tepeye teleferikle çıkılıyor ve tüm şehri görüyorsunuz. Ama yanlış gün seçmişim. Güney Amerika’da Santa Semana yani paskalya tatili var ve tüm kıta tatilde. Bir saat filan sürüyor sıranın gelmesi. Öğleden sonra Plaza İtalya taraflarına gidiyorum. Bu akşam kendime doğum günü hediyesi olarak güzel bir yemek ısmarlamaya karar veriyorum. Singapurlu kızlar ne yapacaksın akşam diye soruyorlar ama benim planlarım tek kişilik. Yalnız gezmenin en güzel tarafı bu bence. Birileriyle takılmak istersen bu şans hep var. Ama yalnız kalma seçeneğinde var. Constitucion’da Ladrones de Bicicletas (Bisiklet Hırsızları) diye bir mekana gidiyorum. Aynı zamanda bir sanat merkezi burası. Bisiklet hırsızları ismi İtalyan yönetmen Vittorio de Sica’nın 1984 yılında çektiği filmden geliyor elbette. Seyretmeyenlere tavsiyem, bulup seyredin bu filmi. Adını hatırlayamadığım bir sosla pişirilmiş somon söylüyorum. Yanında da beyaz şarap. Bir de tatlı ve kahve. Yemek harika. Mekanı ve yemek seçimini doğru yapmışım. Keyfim çok yerinde, sigaramı tüttürerek dönüyorum hostele. 

Bugün dördüncü ve son günüm Santiago’da. Precolombian Art Müzesine gitmek üzere çıkıyorum hostelden. Ama o da ne? Santiago’nun en güzel müzesi tadilatta olduğu için kapalı. Napalım, ben de yürüyerek Santa Lucia parkına giderim. İyi de oluyor parka gitmek. Dolaşırken, iki kızla fotoğraf çekimi yapan birilerini görüyorum. Kıyafet için yapılan düşük bütçeli bir prodüksiyon. Kızlar fotoğrafçı çocukların arkadaşları, sağda solda havluya filan sarılıp değiştiriliyor kıyafetler. Ben de bir yandan fotoğraflarını çekmeye başlıyorum. Türkiye’de olsa adamı döverler valla. Burada ise hemen sohbete başlıyoruz. Hatta kızlar arada bana da poz veriyorlar. Seviyorum valla bu Latin kültürünü. Her şey ‘tranquilo’ burada. Yani rahat. İş yaşamı öyle, ilişkiler öyle, zaman kavramı öyle. Strese gerek yok hiç. Tranquilo olacaksın. 

Foto nasıl olmuş :)

Sırayla çekiyoruz fotoları

Yorum yok






Buradan çıkıp yürüyerek Bellas Artes yani Güzel Sanatlar müzesinin bulunduğu semte doğru yürürken iki metrelik boylarıyla sokaklarda yürüyen travestileri görünce hemen peşlerine takılıyorum. Aaa! O da ne? Meydan da gaylerin gösterisi var. Arasam bulamam valla. İşte sokaklarda gezmenin hediyesi. Gayler, lezbiyenler, travestiler, eşcinseller, sempatizanlar hepsi burada. Sahne kurulmuş, bir yandan manifestolar okunuyor bir yandan şarkılar söyleniyor, danslar ediliyor. İnsanlar sahneye çıkanlarla fotoğraf çektirmek için sıraya giriyor. Ama en çok ta Santiago’nun en meşhur lezbiyeni  Cache ile fotoğraf çektirmek istiyor lezbiyen kızlar. Abla aşırı ilgiye rağmen herkesle fotoğraf çektiriyor. Bu arada pek güzel kızmış Allah için. Ben de makinenin pili bitinceye kadar fotoğraf çekiyorum. Sonrasında Güzel Sanatlar müzesine giriyorum. 

Maşallah, Allah boy vermiş

Aaa! bu kadarı da olmaz ki :)

Şili'nin Shakiras'sı

Bu modern sanat olayını hiç kavrayamadım ben. Yapanlara ve yapılanlara saygım var ama öylece bakakalıyorum ortaya çıkan işlere. Sanat sanat için mi, toplum için mi diye düşünürken belki de sanat sanatçı içindir diye düşünmeden edemiyorum. Yani sanatçı, sanatçı olmasının gereği olarak bir şeyler üretecek. Doğal olarak bunları insanların algısına ve beğenisine sunacak ve elbette bu işlerden para kazanmak isteyecek. Ne yani taş mı yesin bu insanlar!  Ama ben neden bir şey anlayamıyorum ya? Çok mu öküzüm acaba? 

Akşam İstanbul restorana gidiyorum. Muammer döner saracağını söylemişti bugün için. Bir dürüm döner söylüyorum. Eh, memleketteki gibi olmasa da hiç fena değil tadı. Sonra Yakup geliyor ‘abi bu akşam çalışmıyorum, istersen seni güzel bir mekana götüreyim’ diyor. Olur, neden olmasın. Tam gidecekken mekanda oturan 3 Türk daha kalkıp bizimle gelmeye karar veriyor. Biri Denizli’den havlu getirip satıyormuş burada. Diğer ikisi ise yıllardır burada Amerika’da hayır kurumlarına bağışlanan oyuncak ve kıyafetleri ucuza toplayıp ikinci el olarak pazarcılara satan bir Türkün yanında çalışan akrabalarıymış. Ne iş valla! Kırk yıl düşünsem aklıma gelmez. Neyse 5 sap mekana gidiyoruz. Allahtan mekan dev gibi. Ben birayı kapıp kendime bir köşe buluyorum. Bunlarda nerede yalnız hatunlar var gidip yamanıyorlar. Birkaç biradan sonra ben hostele doğru uzarken kapıda içeri girmeyi bekleyen uzun bir kuyruk vardı.

Aslında Pazar günü Valparaiso’ya (kısaca Valpo deniyor) yola çıkacaktım ama hem paskalyanın son günü olması hem de iki haftadır blog için iki satır yazmadığımdan bir gün daha kalmaya karar veriyorum ve bütün gün hostelde kalıp geçen sefer okuduğunuz iki sayıyı birden yazıyorum. E, kolay olmuyor bu işler. Yazılar ve fotoğraflar için baya mesai yapıyorum ama keyif aldığım için sorun yok. 

Hadi şimdilik bu kadar. Kaçtım ben. Devamı haftaya artık.