11 Nisan 2013

Uzun ince bir yoldayım


Gidiyorum gündüz gece
Bilmiyorum ne haldayım
Gidiyorum gündüz gece gündüz gece vay.

Hangi ülkeden bahsediyorum anladınız değil mi? Anlamadınız tabi. Ya bu adam bir şeyler yazıyor ama bakalım nerelermiş buralar deyip haritaya bakmak yok ki. Hazırlopçular sizi! Güney Amerika’nın Pasifik kıyılarında kuzeyden güneye yılan gibi uzanan bir ülke var. Şili derler oraya. Bildiniz mi şimdi? Uzunluğu dört bin küsur km. eni 300-400 km. yi geçmiyor. Şili de doğu-batı kavramı yok, varsa yoksa kuzey-güney. ‘Nereye gidiyorsun? Kuzeye. Nereden geliyorsun? Güneyden’ Durum böyle olunca ha babam de babam yollardasın. Allahtan ülkenin en güney kısmını turla beraber yaptım da bir kısmını kurtardım. Bildiğiniz üzere en son Arjantin’in Barliloche’sindeydim. Oradan 7 saatlik (bakınız harita) yatay geçişle Şili’nin Puerto Varas kasabasına duhul ettim. Aslında bana kalsa Puerto Montt’a gidecektim ama Cem sağolsun ‘orası şehir, gideceksen hemen 20 km. yakınında Puerto Varas var oraya git, orada arkadaşım Niko’nun hosteli var, orada kalırsın ’ demişti. Niko’nun pansiyonu -Casa Margouey- hemen göl kenarında. Selam sabahtan sonra hemen burada en iyi kahve nerede yapılıyor diye soruyorum. ‘El Barista’ya git’ diyor. El Barista hemen köşeyi dönünce. Garson latteyi tavsiye ediyor. Aman kardeşim o ne latte öyle! Öyle yoğun ki çatal kaşıkla yiyebilirsin. Gitmeden iki kez daha geldim tabi. 

Puerto Varas - Llanquihue gölü ve karşıda Osorno Volkanı

Daha önce de bahsetmiştim galiba, ben kahvekeşim. Gittiğim yerlerde hosteli bulduktan sonraki ilk işim oranın en iyi kahve yapan yerini bulmak oluyor. Keşke diyorum her gittiğim yerdeki mekanları not etseydim de ‘Seyyahın kahve günlüğü’ diye bir blog yazsaydım. Küçük yaşta başladım ben bu merete. Ablam bir Almancı ile evlenip Alamanya’ya yerleşince, her yaz geldiğinde nescafe getirmesi adet olmuştu. Yaşı uygun olanlar bilir, o dönemde misafirlere özel olarak nescafe ikram edilirdi. Ablam orada kala kala filtre kahveye alıştığı için sonraki yıllarda filtre kahve makinesi getirince ben de küçük yaşta bu kahveyle tanışmış oldum. Bu durum yıllarca devam etti ama memlekette filtre kahve yok ki. Sonra Bodrum’da İsviçre menşeli Sea Garden otelde 3 yıl çalışıp ve hatta yaşayınca tekrar kavuştum kahveme. Bu arada menüye espresso eklendi. Bir de üstüne iki yaz İtalyan tatil köyü gelince ben tam bağımlı oldum. 2001 de İstanbul’a gelince baktım İstanbul hala bu konudan bihaber ben de kendi makinemi alıp evde yapmaya başladım. O dönem Cihangir’de Rafineri’ye gidiyoruz kahve içmeye ama kahve çamur gibi. Her seferinde söyleniyorum ben, Maria (Rafineri’nin işletmecisi) artık beni huysuz müşteri ilan etti. Ne zaman kahve zincirleri memlekete girdi, ondan sonra bu iş memlekette yayılmaya başladı. 

Nereyi anlatıyordum ben ya! Kusura bakmayın araya kahve molası girdi. Puero Varas’a gelmiştim değil mi? Puerto Varas’ı anlatmaya başlamadan önce biraz Şili’den bahsetmem lazım. Şili, doğa harikası bir memleket her şeyden önce. En güneyde Patagonya, en kuzeyde Atacama çölü, ortada göller bölgesi, Santiago’nun kuzeyinde Elqui vadisi, dağlar, volkanlar, bağlar, bahçeler, nehirler derken insan nereye gideceğine, hangisini göreceğine karar vermekte zorlanıyor. Hepsi olmuyor tabi, zaman kısıtlı, yol uzun, para az. Paranın azlığı hem paramın azlığından hem de Şili’nin pahallılığından kaynaklanıyor. Fiyatlar nasıl desem Avrupa hatta İstanbul ayarında. Hani Orta Amerika’da günlük ortalama 30 dolar bütçem vardı ya, burada 50 dolara fırladı. Bu durumda süreden kısmaktan başka çare yok. Bir kere hostelde dormda bir yatak 18-20 dolar. Yemek 10 dolardan aşağı değil. Gece çıkmakta hiç ucuz değil. Aktiviteler ateş pahası. Allahtan otobüs çok pahallı değil. Şili tam bir hamburger ve sandwich cenneti. Sandwich dediğime bakmayın birçok restoranda menüde sandwich var. Ama hakkını vermiş adamlar. Mesela barros luco içinde et dilimi ve eritme peyniri olan bir sandwich, yedin mi doydun. Barros Jarpa, churrasco, completo, italiano derken onlarca çeşit sandwich var. Hele bir de avokado koymuyorlar mı! Bu avokado fevkaladenin fevkinde bir sebze, yok meyve. Üf! Aman bilemedim. Öyle bir şey işte. Salatayla, sandwichle, kahvaltıyla, etle kısacası her şeyle süper gidiyor. Bizim memlekette satılanlar nedense böyle değil. Bir kere yumuşacık olması lazım, şöyle ikiye kesitin mi ortasından ayrılacak, bıçakla etli kısmını sıyırıp biraz tuz ve zeytinyağıyla karıştırıp ezeceksin sonra götüür! İşte ben de kah sandwich, kah marketten al hostelde pişir yöntemiyle durumu dengeledim. Şilililer sıcak kanlı, kibar, yardımseverler ama o İspanyolcaları yok mu! Sanki bambaşka bir dil konuşuyorlar. Konuşurlarken glu, glu,glu diye bir ses algılıyorsun sadece.  Hızlı konuşmaları bir yana vurgularda yok. Cometta ne demek yahu? Como estas demekmiş ama gel de anla. 

Çile adı gibi (Şili İspanyolcada Chile – okunuşu çile) bir dönemler çok çile çekmiş bir ülke. 70’lerin başında Pinochet denen o. çocuğu diktatör ülkede çok canlar yakmış. Toplu cinayetler, işkenceler, sürgünler hala belleklerde çok taze. Valparaiso’da kaldığım hostelde çalışan Şili-Kolombiya melezi ve Amerika doğumlu Natalia, babasının Pinochet zulmünden, anasının da Kolombiya’dan Escobar belasından kaçarak Amerika’ya yerleştiklerini, orada tanışarak evlendiklerini ve aradan 30 yıl geçmesine rağmen hala memleketlerine bir kez bile gelmediklerini anlattı. Aklım almıyor gerçekten. Hadi sadist ruhlu bir diktatör ülkede bir şekilde başa geçiyor ama nasıl oluyor da yüz binler, milyonlar adamın yaptıklarını göre göre destekliyor. Hitler, Musolini, Pinochet, İdi Amin, Pol Pot ve bunlar gibi bir avuç insan milyonları katlettiler dünyanın gözü önünde. Belki de insanın özde hala vahşi bir tür olmasından kaynaklanıyor bu durum. 

Şili’de kimin Şilili olduğunu anlamak güç.Tamam yerli ve mestizo kökenliler, esmer tenleri, kısa boyları ve tıknaz yapılarıyla anlaşılıyor ama buraya göç eden Alman, İtalyan, Fransız göçmenler neticesinde sarışın, esmer, kumral her türlü tipten insan var. Tamam, kızları merak ediyorsunuz değil mi benim abazan arkadaşlarım. Ortalık güzel kızdan geçilmiyor değil ama öyle güzeller gördüm ki, hani insanın dibi düşer derler ya. Ne dibi düşmesi, birkaç kere olduğum gibi düşüyordum. Ne diyelim Allah Şilililere bağışlasın. Benim gözüm yok o işlerde. Unumu eledim, eleğimi duvara astım, artık bir lokma bir hırka münzevi hayatı yaşamaya karar verdim. 

Puerto Varas’a gelince, göl kenarında minik bir kasaba burası. Hesapta Şili’ye geldim ama sanki Almanya’nın bir kasabasındayım. Almanca sokak isimleri, Alman restoranları, Alman mimarisi hemen göze çarpıyor. Gölün karşısında Osorno volkanı gölün gerdanlığı gibi duruyor adeta (arada yaparım böyle edebiyatımı da). Yazın dolup taşıyormuş oteller ama şimdi sonbahar olduğu için gayet sakin. Burada pisiklet kiralayıp gezebilirsiniz, volkana tırmanabilirsiniz, atla gezebilirsiniz, kano turu yapabilirsiniz vs. vs. Ben yapmadım tabi hiçbirini. Gördük işte bir sürü volkan. Ben gezerim sokaklarda, içerim lattemi, çekerim fotoğraflarımı. Fotoğraf dedim yine aklıma geldi. Bariloche’de kaldığım hostelin hemen karşısında teknik servis varmış ama ben ancak ayrılırken fark ettim. Niko’ya soruyorum Puerto Montt’da baktırabilir miyim makineye diye. ‘Bir arkadaşım var fotoğrafçı, makinelerden anlar bir sorayım’ diyor. Ertesi günü abi geliyor hostele. Makineyi evirip çeviriyor, 40 dolara hallederim diyor. Anlaştık. Oracıkta, internetten manuelini indiriyor, aynayı kaldırıyor, püf diye üflüyor ve toz gidiyor! Vay be bir püf mü sadece? Ama öyle demeyeyim, her şeyin bir püf noktası vardır ve mesela o noktayı bilmektir. Bu püf noktası çömlek yapımında kullanılan bir deyimdir. Hikayeye göre çömlek ustası çömlek üzerindeki hava kabarcıklarına püf diye üflemektedir ki, çömlek pişerken çatlamasın. Toz gitti ama sensör oldukça kirli görünüyor. Aylarca dağ, bayır demeden dolaşınca böyle oluyor tabi. Her neyse adam sağolsun makineyi alıp özel bir solüsyonla güzelce temizledi sensörü. Makineyi geri getirdiğinde denedim hemen, fotoğraflar cam gibiydi. Ben de helali hoş olsun severek verdim 40 doları. Zaten servise götürsem 100 dolar çakarlardı kesin. Tralalala.. Benden mutlusu yok artık. Kutlamak için bir latte daha.. İnsanoğlu Nasrettin Hoca misali işte. Eşeğini kaybedersin önce, sonra buldum diye pek mutlu olursun. 

Alman mimarisi şehri sarmış durumda

Daha ne olsun, Alman klubü bile var
Gezerken bir müze görüyorum deniz kenarında. ‘Pase caballero, es gratis’  (geçin bayım, ücretsiz) diyor bir adam. Ne burası diyorum. Yıllar içinde kendi kurduğu özel bir müzeymiş. Pablo Fierro bu bakımsız mekanı önce adam etmiş, sonrada yıllar içinde topladığı, bulduğu ve kendisine verilen objelerle bugünkü haline getirmiş. Müze ücretsiz, gelenler 3-5 atıyorlar kutuya ama o paranın çoğu yine müzeye gidiyor diyor Pablo ‘E, peki kazancın ne diyorum bu durumdan’ Tutku diyor. Sahi ya, böyle bir şey de vardı değil mi hayatta? Paradan puldan, maldan mülkten başka. Mesela dostluklar vardı sıkı fıkı, derin sohbetler vardı, hayaller, tutkular, coşkular vardı. Beton evlerimizde TV ve internetle baş başa yaşamadan ve sadece daha çok çalışıp daha çok kazanıp daha çok satın almadan önce. Hatırlayanınız var mı bunları? Benim de aklıma hep böyle uzun seyahatlerde geliyor ancak. Geri dönüp çemberin içine girince içindesin artık çemberin. İşte benim zaman zaman yaptığım dışına çıkmak. Bülent Ortaçgil’de nereden bulur bu sözleri, kelime sihirbazı gibi bir adam. Gene daldım gittim işte, kusura bakmayın.

Pablo Fierro müzesi

Burada iki gece kaldıktan sonra sabah 5 saat kuzeye çıkarak Pucon’a geliyorum. Kalacağım hostel ‘El Refugio’ garajdan bir blok mesafede. Güney ve hatta Orta Amerika’da adres tarif etmek ve bulmak çok kolay. İspanyolların mirası olan grid sistemi hayatı çok kolaylaştırıyor. Adresler hep şöyle ‘Buradan 2 blok dümdüz git, sağa dön 3 blok ilerle işte orası’. Süper değil mi? Ben benim evi birine tarif için beş dakika filan dil döküyorum. 

Pucon'da gün batımı pek bi güzel canım

Pucon, aktivite turizminin merkezi. Rafting, volkan yürüyüşü, at binme, trekking, bisiklet, kanyoning, kano, kayaking, kışın kayak yani ne ararsan var. Ama buranın olmazsa olmazı sabahın köründe kalkıp saatlerce volkanın tepesine kadar yürümek ve yürümek için de 80 doları bayılmak. Yapmayanı dövüyorlar! Pucon’da herkese sorulan soru bu, volkana gittin mi? Gitmedim, gitmeyeceğimde! Anlamıyorum ki, birileri gidiyor diye neden herkes gidiyor. Anlıyorum aslında. Gezenlerin çoğu yirmili yaşlarda ve diğerlerinden geride kalmak istemiyorlar. Seyahat ederken benim listem genelde hep kendi listem oldu. Arada topluluğu izleyip yaptığım şeyler oldu ama genelde sadece içimden gelenleri yapmaya çalışıyorum ve hiç içimden gelmiyor saatlerce volkana yürümek. Ama mesela sırf Elqui vadisindeki rasathanelerin birinde gözlem yapmak için saatlerce yolculuk yapıcam ve bana bir sürü para ve zamana mal olacak ama olsun. Dünyanın en bilinir gözlemevlerinin bulunduğu bir bölgede gerçek bir teleskopla ve astronomlar eşliğinde uzayı gözlemlemek en çok yapmak istediğim şeylerden birisi bu seyahatte. 

İşte herkesin çıkıp benim çıkmadığım volkan
Elbette yatmıyorum sadece Pucon’da. İlk gün dolaşıyorum kasabada. Burası da göl kenarında çok fiyakalı bir kasaba. Puerto Varas gibi yazın dolup taşıyor. Oldukça da şık ve dolayısıyla pahallı bir yer. Demek ki yine marketten alışveriş yapılacak. Ertesi günü hava kapalı ve yağışlı. Bu durumda en güzel aktivite otobüsle yarım saat mesafedeki Los Pozones doğal termal havuzlarına gitmek. Hostelde tanıştığım Brezilyalı çift Juliana ve Juri ile gidiyoruz. Hemencecik kaynaşıyoruz birbirimize. Çok sıcak insanlar. Hava serin ve kapalı ama havuzların içi sıcacık. Biraz o havuz, biraz bu havuz derken sıcak bayıyor adamı. Bu durumda hemen yanımızdan geçen buzz gibi nehre atlamak en iyi çözüm. Cossss! efekti oluyor resmen. Şoktan üşümüyorsunuz bile, cildiniz acıyor. Ama iyi geliyor. Akşam Brezilyalılar gidiyor. Ben de ertesi günü yine hostelde tanıştığım Amerikalı  Cody ve seyahat ederken bir süre durup hostelde çalışmaya karar veren Gary ile bisiklet kiralıyorum. Yine şelaleler, göller, yolda durup böğürtlen yemeler derken güzel bir tur oluyor. Ertesi gün ise son günüm. Sabah erken kalkıp milli parkta yürüyüşe gidicem ama kalktığımda saat neredeyse 11 olmuş. Gidiş-dönüş belli saatlerdeki otobüslere tabi olduğu için yürüyüş planı yatıyor. Her gün her gün de aktivite olmaz ki canım! Gerçi benim kaçınılmaz bir aktivitem var hep. Sokaklara özellikle arka sokaklara dalıp fotoğraf çekmek. Akşamüstü gün batımından önce göl kenarına gidiyorum. Sevgililer dolu. Sarılanlar, öpüşenler, yiyişenler : )) Adiler! Olan var, olmayan var. Şili’de herkes her yerde öpüşüyor. Bunları bir gün bizim memlekette görmek nasip olacak mı acaba? En azından 2023’e kadar zor görünüyor. 

Cody ve Gary ile bisiklet kiralayıp gezdik
Caburgua gölü
Akşam hostelde Gary ve tüm Güney Amerika’yı bisikletle gezen İngiliz bir abi ile dünyanın hallerini konuşuyoruz. Gary’nin bir Amerikalı olarak söyledikleri beni şaşırtıyor. Genelde aklı bir karış havada, dünyayı sadece TV ve basında tanıyan birçok Amerikalının aksine açık, dürüst bir şekilde olaylara yaklaşması ve doğruları görmesi beni sevindiriyor. Ama böyle insanlar. Sadece Amerika’da değil dünyada da o kadar az ki gözlerini açıp biraz olsun gerçekleri görebilenler! N’olacak ya bu dünyanın hali böyle : ))

Gece 11 saat yolculukla yine kuzeye, Santiago’ya geliyorum. Santiago’nun metro sistemi Güney Amerika’da en iyi olanı. Hızlı, temiz, ucuz, güvenli.  Ama sabah sekizde kullanmaya hele hele 2 çantan varsa hiç uygun değil. İnsanların kapı pencerelerde yassılaşmış uzuvları oldukça trajikomik. Dışarı çıkıp bir kahve alıyorum ve meydanda bir banka oturup gelen geçeni izliyorum. Otobüste pek iyi uyuyamadığım için (yanımda 2 metrelik dev bir İsrailli oturuyordu) biraz yorgunum o kadar. Üstelik ne acelem var. Zaten bu da seyahatin bir parçası bence. Yani herhangi bir yerde oturup, etrafı seyretmek, gelen geçeni izlemek hoşuma gidiyor. Ortalık tenhalaşınca metroya binip BellaVista semtindeki hostelime gidiyorum. BellaVista, biraz Cihangir, biraz Beyoğlu bir semt. Pio Nono caddesi sıra sıra restoran ve birahane ve barlarla dolu. Saat dörde kadar filan hiç hareket yok ama sonra dolup taşıyor. Litrelik biralar açılıyor ve fastfood eşliğinde saatlerce içiliyor. Hemen paralelindeki Consitution ise daha şık restoran ve barlarla dolu. Eh, fiyatlarda ona göre tabi. İlk günü kaldığım semtte geçiriyorum ve yüzlerce fotoğraf çekiyorum. Nasıl çekmeyeyim ki! Restoranların, barların cepheleri, duvarları birbirinden çekici grafitilerle bezenmiş. Mekanlar bir renk cümbüşü. 

Böyle çok fotoğraf çektim

Bizde bu resmi anında yok ederler

Şahane dimi

Ertesi günü Brasil semtine gidiyorum. Metro durağının bulunduğu bulvar gösteri yapanlarla ve polis barikatlarıyla dolu. Santiago, dünyada en çok gösteri ve protestoların yapıldığı şehirlerden biri. Dikkatinizi çektiyse bilirsiniz, yakın zamanda lise ve üniversite öğrencilerinin daha iyi eğitim için yaptıkları protesto hareketi aralıksız bir seneden fazla sürmüştü. Helal olsun valla! Öyle bizdeki gibi sadece İstiklal caddesinde bir kerelik yürüyüş gibi değil gösteriler. Haklarını almak için durmadan, yılmadan bir yıl boyunca devam ettiler öğrenciler gösterilerine. E, ne demişler hak verilmez (ise) alınır. Brasil semti pek umduğum gibi canlı değildi. Buradan yürüyerek şehir merkezine ve ana meydan olan Plaza de Las Armas’a yürüyorum. Meydan’da ve Paseo Ahuma’da pantomimciler, açık hava standupçıları, klasik müzik öğrencilerinin konserleri, şarkı söyleyenler yani ne ararsan var. Dolaşırken susuzluktan boğazım kurumuşken neredeyse iki adımda bir satılan mote denen meşhur bir içeceği deniyorum. Mote, haşlanmış buğday taneleri ve bir nevi şeftali kompostosu (şeftali parçalarıyla birlikte) ile hazırlanan bir içecek. Nefis, nefis! Bundan sonra bulduğum her yerde içtim moteyi. Hemen meydanın yakınında Mercado Central’a (merkez Pazar) gittim buraya kadar gelmişken. Burası kapalı bir pazar yeri. Balıkçılar, tavukçular, peynirciler, etçiler ve bir sürü restoran var mekanda. Burayı da gezdikten sonra mahalleye dönüyorum. 

Karnım aç. Pio Nono’da yemek yiyecek bir yer ararken İstanbul diye küçük bir mekan görüyorum. Nedense yurtdışında açılan Türk mekanlarının çoğunun adı İstanbul. Denediğim birkaçında hep hayal kırıklığı oldu (bakınız Peru). Sadece adı Türkçe olan yemeklerden oluşan menüleri var ama bırakın tatlarını görüntüleri bile benzemiyor. Yine de giriyorum mekana. ‘Tiene döner kebap’ yani döneriniz var mı diyorum. ‘Merhaba Türk müsünüz’ diyor tezgahın arkasındaki çocuk. Muharrem, İzmirli bir genç. Amcaoğlu Yakup ile buraya gelmişle bir buçuk yıl önce ve mekanın sahibi olan bir Türk'ten kiralamışlar dükkanı. İzmir’de işleri zaten dönercilik olduğu için işi biliyorlar. Gündüz biri, gece diğeri duruyor dükkanda. Kirası 2 bin dolarmış küçücük mekanın ama hem masraflarını çıkartıyorlar, hem yaşıyorlar hem de üstüne ayda 1500-2000 dolar atıyorlarmış kenara. Türkiye’de olsalardı nah kazanırlardı bu parayı. Çok çalışıyorlar ama en azından karşılığını alıyorlar. Bugün döner yok ama Muharrem bana buranın pek sevilen yemeklerinden chorillana yapıyor. Chorillana patates kızartmasının üstüne, soğan ve domatesle kavrulmuş et yemeği. Üzerine de yumurta kırıyorlar. ‘Sen yumurta kırma ama şu dolaptaki yoğurttan koy yanına’ diyorum. Yoğurt mu dedim? Evet, yoğurt. Şili’de çok yaygın olmasa da yoğurt bulunuyor. Bizim ki kadar güçlü bir tadı yok ama fena da değil. Bir de üzerine kırmızı biber (pul değil ama toz) ve sarımsaklı sos koyunca midem bayram ediyor. Gavurda en çok beyaz peynir, zeytin ve yoğurda aş eriyorum. Gerçi Şili’de zeytin de var ama biz zeytin diye yemeyiz onu. 

Muharrem ve Yakup

 Tepeden böyle görünüyor işte Santiago

Akşam lobide otururken Şilili bir çocukla tanışıyorum. Adı Felipe. Brezilya’da tanıştığı iki Singapurlu kızı dışarı çıkarmak için gelmiş hostele. Jamin ve Caren ‘hadi sen de gel diyorlar’ Önce biraz dolaşalım diyoruz.  Dolaşırken İstanbul’un önünden geçiyoruz. Ohooo! Bizim Yakup yanında bir arkadaşı iki Şilili kızla oturmuş, bir yandan muhabbet ediyor bir yandan yakın markaj çalışıyor. Ertesi günü sordum ne iş diye ‘Oturuyorlardı iki kız ben de arkadaşımla gittim oturdum ve sonra böyle oldu’ dedi. Öyleymiş burada adet. Hop otur masaya, içkileri söyle, yarım saat sonra öpüşme faslı, gece de hicaz faslı..

Neyse, herkes kendi işine baksın dimi ama. Biz dolaşma faslından sonra yakın bir yerlerde salsatekaya gidiyoruz. Salsateka Güney Amerika’da ağırlıklı salsa müziğinin çalındığı ve doğal olarak salsa dansının yapıldığı mekanlar. Ulen, Kolombiya’da o kadar ders aldık ama iki yıldır bir kere bile denemediğim için hiç bir şey hatırlamıyorum. Kazık kadar olduk ama şu hayatta iki dans öğrenemedik ya ona yanarım. Bence tüm dünyada müfredatlara ilkokuldan itibaren zorunlu dans dersi konmalı. Herkesin dans ettiği bir dünya kesinlikle daha keyifli olurdu. Saat bir gibi canlı müzik başlıyor ve Şilililer hep bir ağızdan şarkılara eşlik ederek kopuyorlar. Saat iki gibi mekan iyice dolarken bizim pilimiz bitiyor ve çıkıyoruz. Şili’de de Arjantin gibi gece hayatı 1-2 den önce başlamıyor.

Ertesi gün, bizim semtte bulunan Cerro San Cristobal’e gideceğim. Tepeye teleferikle çıkılıyor ve tüm şehri görüyorsunuz. Ama yanlış gün seçmişim. Güney Amerika’da Santa Semana yani paskalya tatili var ve tüm kıta tatilde. Bir saat filan sürüyor sıranın gelmesi. Öğleden sonra Plaza İtalya taraflarına gidiyorum. Bu akşam kendime doğum günü hediyesi olarak güzel bir yemek ısmarlamaya karar veriyorum. Singapurlu kızlar ne yapacaksın akşam diye soruyorlar ama benim planlarım tek kişilik. Yalnız gezmenin en güzel tarafı bu bence. Birileriyle takılmak istersen bu şans hep var. Ama yalnız kalma seçeneğinde var. Constitucion’da Ladrones de Bicicletas (Bisiklet Hırsızları) diye bir mekana gidiyorum. Aynı zamanda bir sanat merkezi burası. Bisiklet hırsızları ismi İtalyan yönetmen Vittorio de Sica’nın 1984 yılında çektiği filmden geliyor elbette. Seyretmeyenlere tavsiyem, bulup seyredin bu filmi. Adını hatırlayamadığım bir sosla pişirilmiş somon söylüyorum. Yanında da beyaz şarap. Bir de tatlı ve kahve. Yemek harika. Mekanı ve yemek seçimini doğru yapmışım. Keyfim çok yerinde, sigaramı tüttürerek dönüyorum hostele. 

Bugün dördüncü ve son günüm Santiago’da. Precolombian Art Müzesine gitmek üzere çıkıyorum hostelden. Ama o da ne? Santiago’nun en güzel müzesi tadilatta olduğu için kapalı. Napalım, ben de yürüyerek Santa Lucia parkına giderim. İyi de oluyor parka gitmek. Dolaşırken, iki kızla fotoğraf çekimi yapan birilerini görüyorum. Kıyafet için yapılan düşük bütçeli bir prodüksiyon. Kızlar fotoğrafçı çocukların arkadaşları, sağda solda havluya filan sarılıp değiştiriliyor kıyafetler. Ben de bir yandan fotoğraflarını çekmeye başlıyorum. Türkiye’de olsa adamı döverler valla. Burada ise hemen sohbete başlıyoruz. Hatta kızlar arada bana da poz veriyorlar. Seviyorum valla bu Latin kültürünü. Her şey ‘tranquilo’ burada. Yani rahat. İş yaşamı öyle, ilişkiler öyle, zaman kavramı öyle. Strese gerek yok hiç. Tranquilo olacaksın. 

Foto nasıl olmuş :)

Sırayla çekiyoruz fotoları

Yorum yok






Buradan çıkıp yürüyerek Bellas Artes yani Güzel Sanatlar müzesinin bulunduğu semte doğru yürürken iki metrelik boylarıyla sokaklarda yürüyen travestileri görünce hemen peşlerine takılıyorum. Aaa! O da ne? Meydan da gaylerin gösterisi var. Arasam bulamam valla. İşte sokaklarda gezmenin hediyesi. Gayler, lezbiyenler, travestiler, eşcinseller, sempatizanlar hepsi burada. Sahne kurulmuş, bir yandan manifestolar okunuyor bir yandan şarkılar söyleniyor, danslar ediliyor. İnsanlar sahneye çıkanlarla fotoğraf çektirmek için sıraya giriyor. Ama en çok ta Santiago’nun en meşhur lezbiyeni  Cache ile fotoğraf çektirmek istiyor lezbiyen kızlar. Abla aşırı ilgiye rağmen herkesle fotoğraf çektiriyor. Bu arada pek güzel kızmış Allah için. Ben de makinenin pili bitinceye kadar fotoğraf çekiyorum. Sonrasında Güzel Sanatlar müzesine giriyorum. 

Maşallah, Allah boy vermiş

Aaa! bu kadarı da olmaz ki :)

Şili'nin Shakiras'sı

Bu modern sanat olayını hiç kavrayamadım ben. Yapanlara ve yapılanlara saygım var ama öylece bakakalıyorum ortaya çıkan işlere. Sanat sanat için mi, toplum için mi diye düşünürken belki de sanat sanatçı içindir diye düşünmeden edemiyorum. Yani sanatçı, sanatçı olmasının gereği olarak bir şeyler üretecek. Doğal olarak bunları insanların algısına ve beğenisine sunacak ve elbette bu işlerden para kazanmak isteyecek. Ne yani taş mı yesin bu insanlar!  Ama ben neden bir şey anlayamıyorum ya? Çok mu öküzüm acaba? 

Akşam İstanbul restorana gidiyorum. Muammer döner saracağını söylemişti bugün için. Bir dürüm döner söylüyorum. Eh, memleketteki gibi olmasa da hiç fena değil tadı. Sonra Yakup geliyor ‘abi bu akşam çalışmıyorum, istersen seni güzel bir mekana götüreyim’ diyor. Olur, neden olmasın. Tam gidecekken mekanda oturan 3 Türk daha kalkıp bizimle gelmeye karar veriyor. Biri Denizli’den havlu getirip satıyormuş burada. Diğer ikisi ise yıllardır burada Amerika’da hayır kurumlarına bağışlanan oyuncak ve kıyafetleri ucuza toplayıp ikinci el olarak pazarcılara satan bir Türkün yanında çalışan akrabalarıymış. Ne iş valla! Kırk yıl düşünsem aklıma gelmez. Neyse 5 sap mekana gidiyoruz. Allahtan mekan dev gibi. Ben birayı kapıp kendime bir köşe buluyorum. Bunlarda nerede yalnız hatunlar var gidip yamanıyorlar. Birkaç biradan sonra ben hostele doğru uzarken kapıda içeri girmeyi bekleyen uzun bir kuyruk vardı.

Aslında Pazar günü Valparaiso’ya (kısaca Valpo deniyor) yola çıkacaktım ama hem paskalyanın son günü olması hem de iki haftadır blog için iki satır yazmadığımdan bir gün daha kalmaya karar veriyorum ve bütün gün hostelde kalıp geçen sefer okuduğunuz iki sayıyı birden yazıyorum. E, kolay olmuyor bu işler. Yazılar ve fotoğraflar için baya mesai yapıyorum ama keyif aldığım için sorun yok. 

Hadi şimdilik bu kadar. Kaçtım ben. Devamı haftaya artık.

Hiç yorum yok: