25 Ocak 2011

BİRAZ DA KAMERA ARKASI

Şimdi ben burada ve de facebook’ta güzel manzara fotoğrafları, hatunlarla beraber çekilmiş fotolar yayınlıyorum ya, sanmayın ki hayat her an Dolce Vita. 6 ay boyunca, o ülkeden şu ülkeye, sırtında 20 kg. çantayla, üstelik sınırlı bir bütçeyle gezmek o kadarda kolay olmuyor. Yaklaşık 3 haftada bir ülke değiştirdiğiniz zaman, tam o ülkenin sistemi hakkında fikir sahibi oluyorsunuz sonra pat diye başka bir ülkedesiniz. Sonra dil sorunu var. İspanyolcayı sökmeye başladım ama bazı yerlerde telaffuz o kadar farklı ki sanki başka bir dil konuşuyorlar.

Sınır aşma günleri tam kabus. Sabahın köründe yollara düş, bir sınırdan diğerine yürü, ayaklı döviz bürolarında para değiştirirken üç kağıda gelmemeye çalış, girdiğin ülkede şaşkın şaşkın dolaşıp gideceğin yere nasıl gideceğini anlamaya çalış, gittiğin yerde kalacak bir yer ara. Kalacak yer arama konusu tek başına bir mesele. Rehber kitaptan bir yerlere bakıyorsun ama, bazen fiyatlar değişmiş oluyor, bazen sen beğenmiyorsun, hadi o sıcakta çantalarla oradan oraya yürü babam yürü. Bazen öyle oluyor ki, tükendiğin anda daha fazla sorgulamadan bulduğun yere kapağı atıyorsun.

Sonra güvenlik konusu var. 7/24 düşünmen gereken bir konu bu. Ben bir dakika gevşek davrandım ne olduğunu gördünüz. Cüzdan yerinde mi, kredi kartları güvende mi, pasaport çantamdaydı dimi, pansiyonda bilgisayarı nereye bıraksam, bu kocaman fotoğraf makinesini görünce beni soyarlar mı acaba. Sonunda insan paranoyak oluyor valla. 

Hadi bunu da hallettiniz, günde 3 kez adam gibi yemek yiyecek yer bulmak lazım. Hem sağlıklı, hem lezzetli hem de ucuz olmalı. Bir de kendini eğlendirmen lazım dimi. Gündüz hangi aktivite yapılabilir (aman bütçeyi aşmayalım), gece hangi mekan keyiflidir, devamlı bir araştırma durumu söz konusu. 

İşin en sıkıcı yanlarından birisi de iki – üç günde bir toplanmak. Bir de dandik otobüs yolculukları.Saatleri asla kesin değil, iki kişilik koltukta 3 kişi otur, bacaklar sığmaz, gözün çantanda, sırt çantan kucağında, hoplaya zıplaya gidiyorsun saatlerce. Ha bir de,önlenemez kazıklanıyor muyum duygusu. El Salvador hariç her yerde böyle bir kuşku var içinde.
Sonra, mesela canın beyaz peynir, domates, simit istesin kahvaltıda. Ya da köpüklü bir türk kahvesi. Memlekete arada kızıyorum ama yemekleri ve hele kahvaltısı bence on numara.
Sonra, mesela tropik ülke diye geldiğiniz yer bi bakmışınız buz gibi, güneş battıktan sonra tabi. Uyu uyuyabilirsen soğuktan. Ertesi akşam ekstra 2 battaniye daha iste, elbiselerini çıkartmadan uyumaya çalış. Ne bileyim, mesela bazen basit bir telefon etmek kabus haline gelebiliyor. Ya bu ilkelerin sistemi farklı olduğu için telefonun çalışmıyor, skype’tan aramak istiyorsun, internet yavaş çalışıyor, herşey çalışıyor, burası Türkiye’den 8 saat geride zaman tutmuyor filan filan.

Asıl ve en önemli problem, doğru bilgiye ulaşmak. Özellikle ulaşım, sınır geçişleri ve adres konusunda. Ne kadar da rehber kitap olsa, bilgiler çok sık değişiyor ve yerel halktan bilgi almaya çalıştığınızda hiçbiri birbirini tutmuyor.

Gördüğünüz gibi kolay iş değil seyyahlık. Ödül olaraktan, güzel anılar, harika manzaralar ve bikinili hatunlar. Olacak artık o kadar : ))

17 Ocak 2011

BİR HAYALİN GERÇEKLEŞMESİ

Aslında şu anda El Salvador hakkında yazmaya başlamıştım. Malum, benim yazılar birkaç gün geriden geliyor ama siz yine de günü gününeymiş gibi düşünün. El Salvador yayınına ara vermenin sebebi hikmeti bu akşam benim bir hayalimin gerçekleşmiş olması ve benim bunu sizinle kanlı canlı paylaşmak isteğimdir.

Bu sayıda fotoğraf yok ama bazı fotoğraflar ancak gönül gözüyle çekilir değil mi gönül dostları. Amanın, n'oldu bana, erdim mi ne:) İşte size o fotoğraf..

El Salvador'u 10 güne sığdırmak bizi biraz yordu açıkçası. 2 günde bir toplan, o otobüsten in bu otobüse bin, yeniden kalacak bir yer ara, bir de üstelik sabahın köründe kalkıp 2 sınır geç derken buraya yani Copan'a gelince bu günü tatil ilan ettik. Görüyorsunuz ya bizim de hayatımız kolay değil, o kadar gez gez kırk yılda bir tatilin olsun :) Neyse lafı uzatmayalım, gündüz sere serpe serilip, tıkındıktan sonra (ayıptır söylemesi dün gecede içkiyi biraz fazla kaçırmışız ) akşam odada biraları lüpletip dışarıda bir final içkisi yapalım dedik.

Pansiyondan çıkmışız yürüyoruz, Aaaa! pansiyonun biraz ilerisinden kıpır kıpır bir müzik geliyor. Yoksa burnumuzun dibinde bar mı varmış diye sese doğru yürürken zınk diye bir evanjelist kilisesi çıktı karşımıza. Kilisenin içine adım atmamla dünyam değişti o anda. İki kadın ve dört adamdan oluşan bir koro tempolu bir şarkı söylüyor ve genç-yaşlı, kadın-erkek demeden herkes dans ediyor, tempo tutuyor. Bir saniye bile tereddüt etmeden, kalabalığın arasına karışıp dans etmeye başladım herkesle birlikte. Nasıl etmem ki, Blues Brothers filmini izlediğimden beri en büyük hayallerimden birisi böyle bir kilisede dans etmekti. Tanrıya şükür (pardon ağzımdan kaçtı) bir hayalim daha gerçek oldu. Tommy ve Paola ortama uyum sağlamayadıkları için kendilerine uygun bir ortam aramaya gittiler. Ben de mest bir şekilde orada kalıp müziğin etkisiyle içimden geldiğince dans ettim. Müzik bitince, çember sakallı (ama incesinden), dans etmekten gömleği sırılsıklam olmuş, 40 larında bir adam (papaz mı oluyor artık ne) heyecanlı bir şekilde ve şarkı söyler tarzda bir konuşma yapıyor, koroda arada bir vokallerle olayı bir müzikale dönüştürüyordu. O an düşünmedim değil, din mi değiştirsem acaba diye:) Madem bi şeylere inanmak gerekiyor bari eğlenceli olanı olsun dimi ama ya!

Sonra herkes ortaya doğru yürüyerek birbirleriyle el sıkıştıktan sonra, yerlerine oturdular ve vaazı dinlemeye başladılar. Biraz dinlemeye çalıştım ama baktım bir halt anlamıyorum ben de bizimkilere katılıp bu durumu kutlamaya karar verdim. Hayda, bütün barlar kapalı bu gece (pazar). Bizimkileri görürüm umuduyla dalgın dalgın meydanda yürürken bu sefer meydandaki kiliseden müzik sesiyle kendime geldim. Buradaki müzik biraz daha yavaş ve playback. Ama ortalık kopuyor, herkes birbirine sarılıp, kucaklıyor. Hop, n'oluyonuz kardeşim, burada aile var :) Sıra şarap, ekmek olayına geliyor. Bende mi aralarına katılsam diye düşünüyorum ama sonra çarpılırım marpılırım korkusuyla vazgeçiyorum. Bu arada kürsünün önünde rahip abi, ellerini önünde birleştirmiş ve yüzünü ellerine dayamış bir şekilde ve acı çeker gibi duruyor. Ama sahne komik. Abinin oturduğu sandalye taht yavrusu ve 2 yanında plastik sandalyeler var. Sonra ağır ağır doğrulup kürsüye çıkıyor. O bir şeyler söylemeye başlıyor ve ben hayalimi gerçekleştirmiş olmanın mutluluğuyla yatağıma doğru ağır ağır yol alıyorum. Vay! ne edebiyat patlattım be..

EL SALVADOR

Merhaba sevgili arkadaşlar, merhaba yeni doğan güneş, merhaba pırtlayan tomurcuklar, merhaba Jose amca, merhaba Martha teyze, merhaba güzel insanlar. Anlayabileceğiniz gibi bana bir haller oldu El Salvador'da. Ich bin ein El Salvadorian!

Yani bu kadar olmasa da sevdim ben El Salvador'u. Ben El Salvador'un her şeyinden ziyade insanlarını sevdim. Aslında gitmeden önce bir sürü traveler 'aman abi gitme oraya, acayip tehlikeli yer' filan diyordu ama inanır mısınız kendimi en güvende ve rahat hissettiğim ülke El Salvador oldu. Bu güvenlik konusu şöyle belirleniyor bir ülkede. Mesela diyelim ki, Diyarbakır'da birtakım şiddet olayları yaşanıyor ve bu dış basına yansıyor, Türkiye anında tehlikeli ülke oluyor. Hele işin içinde güme giden birkaç turist varsa ayvayı yedi ülke. Yahu kardeşim, Türkiye kocaman ülke, bir yerde olay var diye tüm ülke için nasıl tehlikeli dersin? Ama n'apıcan böyle durum. Aynı şey El Salvador için geçerli. 1980-1994 arasında süren iç savaştan sonra bazı gerilla grupları çeteler kurmuş ortalığa dehşet saçıyorlar. Ama bu dehşet kendi aralarındaki çıkar çatışmalarından kaynaklanıyor genellikle. Yani birbirlerini doğruyor bu adamlar. Son yıllarda alınan önlemlerle sadece belirli bölgelerde yaşar hale gelmişler. Dolayısıyla bulunmamanız gereken yerde değilseniz sorun yok.


Gelde bu abiyi sevme

Ya da bu çocukları

El Salvador halkı, turistlere oldukça samimi, dostane ve dürüst yaklaşıyor. Kesinlikle çok yardımseverler. Fiyatlar konusunda burada kazıklanıyor muyum duygusuna kapılmıyorsunuz. Elbette istisnalar kaideyi bozmuyor. Herkes birbirini yolda selamlıyor. Ve insanlar gülümsüyor size gülen gözlerle.
Monterico'da hayal ettiğimiz plajı bulamayınca ilk durak plaj olsun dedik ve herkesin ağzında sakız olan El Tunco plajına gitmeye karar verdik. İki sınır kapısı ve 3 otobüsten sonra akşam üzeri El Tunco'ya vardık. Ara ara yer yok, zaten yorgunuz, tam n'apıcaz derken oralı bir abi 'gençler, yer arıyorsanız bizim evin iki odası pansiyon, fiyatlarda uygun' deyince hem abiye kıyak olsun hem de bu saatten sonra bir yer aramak zor diye odalara yerleştik. Abi, evin 2 odasını pansiyon yapmış, kendisi karısıyla, hem mutfak, hem yatak odası hem de oturma odası olarak kullanılan bir yerde kalıyor. N'apsın işte hayat zor.
Ertesi gün başkal bir yer bulup (Otel Pupa) oradan ayrıldık. Buranın harika düzenlenmiş mutfağı var. Hal böyle olunca, bir gün Tommy ve Paola balık yaptı, ben de ertesi gün taze fasulye (nerdee bizdeki fasulyeler) ve pilavla rövanşı yaptım.

Önde duran balığı biz yedik

Plajlardan yana şansımız yok galiba, buranın denizi dalga sörfü yapanlar için ideal ama bize hiç uymadı. Dalga sörfü yapılan plaj demek sahile yakın kısımlarda kırılan dalgalar var demek, bu da öyle kolay kolay yüzülen bir deniz olmaması demek. Düşünsenize siz yüzmeye çalışıyorsunuz habire 1-2 metrelik dalgalar sizi dövüyor. Sörf yapıyorsanız günün hemen her saati dalga var.

Bakıp bakıp giremeden dönüyorsun böyle

Ya da kıyıda böyle tepişiyorsun

Biz kendi dalgamızı etrafta gezip, yemek yiyerek geçirdik. Gece hayatı için birçok alternatif var ama plajdaki barları ihmal etmeyin derim. Özellikle hafta sonları gelen El Salvador halkıyla karışmak için gayet uygun yerler :) 2 gün deniz havası aldıktan sonra Ruta de las Flores yani 'Çiçek Rotası'na gitmeye karar veriyoruz. Çiçek rotası yabani çiçeklerin yetiştiği, birbiri ardına sıralanmış 3-4 kasaba-şehirden ibaret bir rota. Biz JuaYua'da kalıp -ki bölgedeki en büyük yerleşim ama siz büyük dediğime bakmayın kasabadan hallice işte- günlük olarak Apaneca ve Ataco'yu ziyaret ettik. İçlerinde en küçüğü ve en sevimlisi Ataco bence. Adamlar bütün binaları, duvarları tuval niyetine kullanıp şehri açık hava sanat galerisine dönüştürmüşler. Abartıyorum tabi, resimler sanat eseri değil ama kasabayı şeker bir yer yapmaya yetmiş. Elektrik direkleri bile desenlerle bezeli. Tek sorun, gelen gidenin azlığından mekanların çoğu hafta içi kapalı.

Nerdeyse bütün kasaba böyle resimlerle bezeli

Apaneca, o kadar sevimli değil ama kasabanın çevreleyen bölgede 3-4 saatlik
yorucu olmayan treking yapıp hem Starbucks'ta içtiğiniz kahvelerin yetiştirildiği kahve şeylerini (kahve neleri denir ya, bağları olmaz ) görebilir hem de krater filan derken bacakları çalıştırmış olursunuz.

Starbucks'a çalışan bir El Salvadorlu


Gelmezseniz sadece fotoğraflarına bakarsınız böyle

Juayua'da ne var derseniz, her pazar günü meydanda kurulan gastronomi fuarı var. Fuar dediğime bakmayın, çeşitli yörelerde yapılan yemeklerin satıldığı, şarkılı, türkülü bir şenlik aslında. Ortam harika, çocuklu çoluklu herkes orada. El Salvadorlular müziği seviyorlar ama Meksika'daki kadar dans edilmiyor nedense burada.Ha, bir de şehir merkezine 15 dakika yürüyüş mesafesinde birbiri ardına sıralanmış küçük küçük şelaleler var. Şelaleler küçük ama işlev yerinde yani buralarda çimebilirsiniz. Ez cümle, Ruta de las Flores'e gidile..


Juayua'da yemek festivali

Başka neresi var gidilesi derseniz, Suchitoto ve Alegria derim. Biz Suchitoto'ya gittik ama Alegria çok ters tarafta kaldığı için gidemedik. Suchitoto'ya giderken, bari yolumuzun üzerinde, San Salvador'a da uğramadan geçmeyelim diye düşünüp bir gece bir gün başkentte kaldık. San Salvador, garip bir yer. Şehrin merkezi tam bir karmaşa. Kalabalık, gürültülü, bol egzoz dumanlı ve de oldukça döküntü. Şehir merkezleri güzel olur durumu burada geçerli değil. Burası kalmak için de pek uygun değil, akşam gezmek içinde. Ama bence gündüz gözüyle bir-iki saat geçirmeden ve buraları kendi gözlerinizle görmeden ayrılmayın. Nede olsa orasıda hayatın gerçek bir parçası.

San Salvador'un merkezi hep kalabalık

İki İtalyan, bir Türk en iyi ne yaparlar? Ne yapacaklar, midelerinin keyfinin peşine düşerler. Buradan otobüse binip (bu arada EL Salvador'da otobüs yolculuğu çok ucuz) şehrin öbür ucundaki Parque de Balboa'da pupusa yemeye pupuseriaya gittik. Tekerleme gibi oldu dimi :) Pupusa El Salvado'run geleneksel yemeği. Mısırdan yapılan hamurun (bazen de pirinç) içine peynir ve isteğe göre et, tavuk koyup kızgın yağda pişiriyorlar. Yanında acı turşuyla harika oluyor. Yani bir nevi kapalı tortilla. Kesinlikle tavsiye olunur. Pupuseria ise pupusa satılan yer demek, anladınız mı şimdi.

Yukarıda açıkladık ya!

Mideyi pupusa ile mutlu edince, biraz eritelim diye 2 kilometre ilerideki Puerta del Diablo'ya (Şeytan Kapısı) yürüyelim dedik ama yokuşu görünce vazgeçip otostop yaptık. Valla bu memlekette, en azından turistlere duruyor arabalar. Niye Şeytan Kapısı deniyor bilmiyorum ama 2-3 tane Mirador (gözlem noktası) var burada. Oralara çıkıp etrafı seyrediyorsunuz. Otostop yapmayı özlemişim, dönüşte de Paola ve Tommy'nin itirazlarına rağmen başparmağı salladım ve bir pikap durdu. Ellilerinde bir çift var önde. Bize de arkaya atlayın dediler. Bizimkilerin keyfi başta yerindeydi ama amca geldiğimiz yol yerine başka bir yola girip aksi istikamete doğru ilerleyince bizimkilerin hafiften tırstığını hissettim. Öndekilerle de irtibat yok, niye buradan gittiğimizi de soramıyorlar, iyice durgunlaşıverdiler :) Ben mi, yok canım, hah! niye korkayım ki. Yani tepeden şehri görüp uzaklaştığımızı görünce hafiften şey oldu ama çokta bir şey olmadı. Neyse,sonra abi başka bir ucundan şehre girip bizi müsait bir yerde bıraktı da hepimiz rahatladık. Lafın gelişi hepimiz, İtalyanlar demek istedim :)

Tepeden manzara - San Salvador

San Salvador'un merkezi ne kadar dökükse, bizim de kaldığımız Metro Centro bölgesi o kadar modern. Metro Centro, bir alışveriş merkezi kompleksi (Orta Amerika'nın en büyüğü) ve bu bölge, şık restoranlar, barlar, cafelerle dolu. En rahatsız edici tarafı, mini Amerika gibi burası. Ama Allah için, son yıllarda en iyi espressoyu burada içtim. El Salvadorun en büyük gelir kaynakları, kahve, şeker, tekstil ve hermanos lejenos (uzaklarda yani ABD de yaşayan kardeşler) ların yolladığı paralar. Yani burada giderek gelişen bir Amerikanizasyon durumu var. Hatta o kadar ki adamlar milli paraları olan Kolon yerine ABD doları kullanıyorlar. Üzücü bir durum.. Ertesi gün sabah, 1,5 saat mesafedeki kolonyal şehir Suchitoto'ya doğru yola çıktık. Suchitoto, mini minnacık, sevimli, temiz, pak, efendi bir şehir. El Salvador'un sanatçı şehri burası. Çok keyifli oteller, restoranlar ve dükkanlar var ama sorun şu ki hafta içi akşam sekiz oldumu hayat bitiyor. Cuma, Cumartesi oldukça hareketli olan şehir, hafta içi sakin ötesi. Şehirde bir çok yerden kolaylıkla görülebilen harika manzaralı Suchitlan baraj gölü var. Bu su olayı her şehri çok güzel yapıyor gerçekten. Bak şimdi, İstanbul'u özleyiverdim birden. Gerçi İstanbul kışın pek sevimli değil bence. Hava kapalıdır ve soğuktur şimdi orada. Trafik kargaşa içinde, yollar yağmur, çamur, elektrikler kesilir ikide bir. Offf! güzelim şehre bir adam gibi bakamamışız, elli yılda içine etmişiz. Herşeye rağmen İstanbul muhteşem bir şehir bence.

Suchitlan gölü - Suchitoto

El Salvador'da 10 gün kaldık ama ben çok sevdim. Ülkenin sakinliğini, insanların mülayimliğini, samimiyetini ve sıcaklığını, havasını, bu sefer tırmanmasam da dağlarını, kahvesini (benim için önemli bir kriter olur kendileri) sevdim. Peki bu kadar sevdin de niye sadece 10 gün kaldın diye soranlar çıkacaktır (delik dondan) hemen. İşte cevaplar:
1. Ülke minnacık

2. Birinci maddeden dolayı şehirler arası mesafeler kısa yani yol kaybı yok
3. Daha gidilecek çok ülke var.
4. Dördüncüyü öğrenmek için gelecek sayıyı bekliyceksiniz. Hehehe, yine en heyecanlı yerinde kestim. Buralara reklam mı alsam acaba ? Şişşt, blogu okuyanlar, hadi pamuk eller cebe, her türlü reklam itinayla yayınlanır :)
Esen kalın efendim.

3 Ocak 2011

QUETZALTENANGO yada XELA

Bir özürle başlayayım bu sayıya, sanki çok umurunuzdaymış gibi. Bu sayıyı yılın ilk günü yayınlayacaktım ama yol hali işte. 3 saate giderim dediğin yol 8 saat sürüyor, internet arıyorsun bulamıyorsun, canın yazmak istemiyor falan filan. Bu arada internet hikayesi komik buralarda. Hostelin tabelasına yazmışlar internet, kahvaltı falan filan ama yine de soruyorsun internet var mı diye. Cevap; Var ama çalışmıyor. Fesupanallah demek istiyor insan ama gelde de bakalım İngilizce ya da İspanyolca. Yahu kardeşim, çalışmayan interneti ne diye yazarsın hala internet var diye!

Kısa adıyla Xela (Şela) yada Quetzaltenango San Pedro'dan sonraki durak. San Pedro güzel filan ama turist bolluğu var. İyisi mi ben biraz daha az turistik daha çok Guatemala olsun diye buraya geldim. San Pedrodan tek araç 3 saat. Yine chicken bus ama bu sefer yemezler. Otobüste İtalyan bir çiftle tanıştım. Paula ve Tommy. Valla sizi bilmem ama ben İtalyanlarla iyi anlaşıyorum. Beraber bir hostel bulmaya karar verdik. Şehre minibüsle inicez ama hepsi ağzına kadar dolu. Buna rağmen muavin bizi, 3 tane büyük sırt çantası, 3 tane küçük sırt çantasıyla içeri tıktı. Ben sadece sol ayağımın yarısının üzerinde durabiliyorum ancak. Üstüne üstelik 3 kişi daha aldı içeri. Hayır işin fena yanı, minibüsler alçak tavanlı ve küçücük. Bir daha Türkiyedeki minibüslerden şikayet edersem ne olayım.. Ama değer, sadece 25 krş. ödedik kişi başı :) Şimdi aradan bir zıpçıktı 'biraz paraya kıyın da taksiye binin, 3 kişi ne kadar tutar ki' diyebilir. Doğru, pek tutmaz ama kardeşim, hep söylüyorum, tatil değil bizimkisi, yollarda geçen bir yaşam bu. Daha gidilecek bir sürü ülke ve birazcık para var elde. Üstelik önemli bir kısım parada uçtu gitti ( gelmezse harbiden ayvayı yedik)
 
Paola ve Tomy (Tommaso) İtalya’nın güneyinden, Torino’dan ama Londra’da yaşıyorlar. Bu seyahat esnasında kendi restoranlarını açacakları ve yaşayacakları bir yer aramayı da ihmal etmiyorlar. İtalyanlarla seyahat etmenin güzel yanı, yemek yapmayı ve yemeyi seviyor olmaları. Onlarda bol bol spagetti yaparak beni ihya ettiler. Ben de onlara yeşil mercimek ve pilav yaptım. Yarında kıyma alıp köftemi yoğursam diye düşünüyorum. Her ne kadar buranın yemek çeşitliliği iyi olsada insan arada kendi damak tadını özlüyor. Kalınan hostellerin bir kısmı mutfağı kullanmanıza izin veriyor, böylelikle hem istediğiniz yemeği pişiriyor hem de iyi bir tasarrufta bulunuyorsunuz. Mesela geçen gün öğlen için spaghetti bolonez, sabah için kahvaltılık malzeme ve akşam için kocaman bir balık ve bir şişe votka alışverişi kişi başı 8 USD (12 TL) tuttu. Nasıl iyi dimi..

Paola, Tommy ve Rachel yemek yaparkene

Peki ben bu Xela’nın nesine geldim diye merak ediyorsanız, güzelim dağlarının sesine geldim. Vallahi de billahi de. İnanmazsanız googlelayın Xela’yı göreceksiniz bir sürü dağ ve volkan var. Durum böyle oluncada bir volkan turu kaçınılmaz oldu. Sabahın beşinde dikildik pansiyonun önünde, soğuktan kıçımız donuyor. Bizden başka bir fransız çocuk var. Neyse ulaştık dağın yamacına. Yamaç dediğim 2400 metrede. Tırmanılacak zirve 3700 metre. A dostlar! benden geçmiş galiba bu tırmanma işleri. Tırman tırman bitmiyor, bi yandan nefes nefese kaldım, bir yandan bacaklar isyan ediyor. Neyse 3,5 saatin sonunda vardık zirveye. N’oldu boyumuz mu uzadı yani? Yok yok, şaka yapıyorum. Manzara harika, şahane fotoğraflar çekmişim hem biraz egzersiz oldu. İyi oldu yani. İnişte bir 3 saat sürdü ve soluğu bir restoranda alıp öküz gibi yedik tabi. Aktivite yaptık ya, 2 gün hostelde serilmeyi hak saydık hemen kendimize. İki günde yiyelim, içelim, yatalım şeklinde geçti tabi.

Manzara kopuyor sabahın bu saatlerinde
Rota adamı kasıyor ama ortam harika
Esasen, Xela öyle aman aman bir yer sayılmaz ama beni bağlayan birşeyler hissettim bu şehirde. Hani, yaşarım ben burada dedirten şehirlerden. İnsanlar oldukça dostane ve mülayimler. Şehrin ticari merkezi şehrin biraz dışında. Dolayısıyla merkez bir kasaba havasında. Ama atla dolmuşa, git Democratia’ya her bir halt var. Merkezde şahane canlı müzik yapan grupların çaldığı barlar var. Bir sürü kültürel aktivite var. Dağlar, volkanlar ve yürüyüş rotaları var. Ee, daha ne olsun yani. Ben 3 gün kalırım dediğim Xela’da tam bir hafta kaldım ve çok keyif aldım. Ne güzel kafiye oldu :)


Pazarda yok yok

Bir hafta kalınca, hayatımın ilk yurtdışı yılbaşısı burada geçti tabi. Ne olduğunu unuttum ama güzel bir yemek yaptık, içtik ve hosteli dolduran Guatemalı gay bir grupla yılbaşına girdik. Ondan sonrası malum, o bar senin bu bar benim derken sabaha karşı sürünerek hostele döndük. 

Quetzaltenango faslını kapatmadan arada Monterico’yu da anlatayım sonra da El Salvador faslına geçerim. Aslında planımız (planımız diyorum çünkü üçümüz bir süre beraber seyahat etmeye karar verdik) Xela’dan Semuk Champey’e gitmekti ama El Salvador’a bu kadar yakınken 14 saat yol yap, sonra Honduras’a geç sonra da El Salvador’a gel, kötümüz yemedi tabii ki. El Salvador’a direk gitmek yerine (iyi ki öyle yapmışız yoksa akşamın bir vakti sınır kapılarında sürünecektik) yolu yarılamak adına, Monterico denen bir sahil kasabası varmış oraya gidelim diye düşündük. Elbette bizim hesaplar çarşıya uymadı ve 5 saatlik yol 10 saate çıktı. Önce bir chicken bus, sonra diğeri, bir sınırdan diğerine yürü, tekrar otobüs, tekrar aktarma, sonra tekneye bin (bizim Dalyan sahili gibi bir kanalın içinden geçilerek sahile ulaşılıyor ve yine Dalyan gibi burası da deniz kaplumbağalarının yumurtlama alanı) derken akşama kendimizi bir hostele zor attık.

Monterico, Guatemala'nın yazlıkçı yeri. Guatemala City'ye sadece 4 saat olduğu için hafta sonu ana baba günü oluyormuş. Biz hafta içi gittiğimizden oldukça sakindi. Hatta biraz fazla sakin. Saat dokuzda her yer kapanmıştı bile. Bana sorarsanız çokta gelinmeye değer bir yer değil. Neyse, ertesi günü dinlenip bir sonraki günde El Salvador'a doğru yola çıktık.
Bu sınır kapılarında çok gıcık bir durum var benim için. Herkesin pasaportu 2 dakikada damgalanıyor, benimkini evirip çevirip ne türlü bir pasaport olduğunu anlamaya çalışıyorlar. Aslında adamlar haklı, n'apsınlar o kadar az karşılaştıkları bir pasaportu görünce afallıyorlar tabi. Guatemala'dan çıkarken, bazı sınır kapılarında 20 Q yani 3 USD para istiyorlar, kesinlikle illegal ama sınır kapılarında sürünmemek için veriyosun tabi. Allahtan bu sefer istemedilerde 3 dolar cebime kaldı. 3 dolar deyip geçmeyin, damlaya damlaya göl oluyor. Hem 3 dolar El Salvadorda bir yemek veya 2 bira veya 3 kahve demek.
El Salvador da diğer ülkeler gibi vize istemiyor bizden. Çok keyifli bir durum elini kolunu sallayarak bir ülkeden diğerine geçmek biz kakılmış Türkler için :) Sadece Meksika, Panama (Amerika vizeniz varsa sorun yok) ve Peru vize istiyor. Peru vizesinide Şili'den almak kesinlikle daha mantıklı. Zira burada 3 gün süren vize işlemi Türkiye'de bir ayı geçiyor.
El Salvadoru merak ediyorsanız, beni izlemeye devam..