17 Nisan 2013

Şili'den uzaya yol gider a canım yol gider.


Hemen başlığa bakıp ne uzayı demeyin, biraz sabredin da! Siz okumaya devam edin biraz sonra anlayacaksınız. Pazartesi iki saatlik yolculuktan sonra Valpo’dayım. Kaldığım hostel Luna Sonrisa adeta bir ev ortamı. Zaten küçük bir hostel.  Bu gelişimde daha küçük ve bir-iki dolar daha pahallı mekanları seçmeye başladım. Yeni yetme ortamlarını çekemiyorum artık. Valpo, Unesco kültür mirası listesine girmiş bir şehir. Şehrin tepelere kurulmuş kısmı adeta bir kartpostal gibi. Buradaki binalar cephelerindeki resim ve grafitilerle sanat eserine dönüştürülmüş. Bazı sokakları birbirine bağlayan geçitler sürprizlerle dolu. İnsanları şehrin üst kısımlarına taşıyan asansörler var şehrin muhtelif yerlerinde. Ama şehrin aşağıda kalan kısmının bir özelliği yok. Eh, böyle kartpostal manzaralarıyla dolu şehirde bana da bir sürü fotoğraf çekmek düşüyor. 

Ah! biz de niye yok bu renkler

Sokak değil sanat galerisi sanki

İnsan sırf şu görüntüden dolayı bu hostelde kalır

Hostelin hemen yakınında Pan de Magia (büyülü ekmek gibi bir şey) çok iyi empanada yapıyor dediler, ben de anında orada bitiverdim. Bu empanadanın ne olduğunu anlatmış mıydım hiç? Güney Amerika’da her yerde bulunan, içine bazen et, bazen peynir-jambon, bazen de tavuk konulan bir hamur işi. Ülkeden ülkeye lezzetinde farklılıklar var. Ben Kolombiya’dakileri çok sevmiştim mesela ama buralarda da güzel. Bir tane etli bir tane de ıspanak-peynirli söyledim. Nefis, nefis. Lorena (mekanın sahibi) evde yapar gibi yapıyor empanadaları. Patlıcanlı yapsan keşke diyorum. Arada yapıyormuş ama pek gitmiyor diyor. Eşek hoşaftan ne anlar : )) Peki kabak ve beyaz peynirli yapsan diyorum.  ‘Ah! Ne gezer beyaz peynir burada, en çok eksikliğini çektiğim şeylerden birisi’ diyor. 


Pan de Magia, süper empanadaları var




Beyaz peynir deyince hemen sahiplenmeyin. Bugüne kadar otuza yakın ülkeye gittim herkes beyaz peyniri feta cheese olarak biliyor ve Yunan peyniri olduğunu sanıyor. Ne diyeceksin! İş bilenin kılıç kuşananın. Bize ait olarak bilinen herhangi bir ürün bilmiyorum ben dünyada Türk lokumu dışında. Ha! bir de Galatasaray ve Fenerbahçe var. Bakın! Valparaiso sokaklarından birinde çekilmiştir bu foto.

Maçın sonucu ne oldu acaba?

Buraya gelmişken Şili’nin dünyaca ünlü şairi Pablo Neruda’nın evini ziyaret etmemek ayıp olur değil mi? Pablo Neruda’yı ‘İl Postino’ yani Postacı filmi vesilesiyle tanımıştım. Sonra şiirlerini okuyunca herkes gibi ben de bayıldım tabi. Eğer filmi izlemediyseniz kesinlikle tavsiye ederim. Valpo’daki önemli icraatlarımdan birisi ise bitmekte olan filtre kahve stoğumu yenilemek oldu.  Her zaman ki gibi şehirde yüzde yüz arabika kahve yapan tek mekanı, Puro Cafe’yi buldum. Mekanın sahibi benim gibi kahveye düşkün olunca bayağı bir kahve sohbeti yaptık. Ben kahvemin bitmek üzere olduğunu ve bana biraz çekilmiş kahve satmasını rica ettim. Elinde Brezilya çekirdeği varmış, hemen orada espresso ile test ettikten biraz satın aldım. Bana Türkiye fiyatının iki katına mal oldu ama olsun. Artık kahvem var ya, sırtım yere gelmez. 

Burada iki gece kaldıktan sonra Şili’deki son durağım olan Valle Del Elqui yani Elqui vadisine doğru yola çıktım. Her zaman ki gibi paradan ve zamandan tasarruf etmek için gece yolculuğu yapıyorum. Şoför galiba gaza fazla yüklendi sabahın beş buçuğunda La Serena garajına geliyoruz. La Serena sahil şehri. Benim planım vadinin içinde bulunan Pisco del Elqui köyüne gitmek. Köy derken 500 kişilik bir nüfustan söz ediyorum. Kısa adı Pisco’ya yol buradan iki saat. İlk minibüse kadar 1,5 saat bekliyorum. Neyse arabada uyurum artık. Ama nerde! Minibüsün o yanlardaki minik camlarının hepsi açık ve kapanmıyor da! Soğuktan büzüle büzüle varıyorum Pisco’ya. 

Pisco aslında üzümden yapılan bir brendi. Peru bölümünde anlatmıştım bu içki eşliğinde geçen komik bir geceyi. Barlarda farklı içkilerle ile karıştırıp kokteyl yapıyorlar ama ben çırpılmış yumurta beyazı, şeker ve limonla yapılan ‘pisco sour’u seviyorum. Bu bölgede birçok Pisco yapım hanesi olduğundan bu isim verilmiş köye. İnsanlar buraya daha çok medeniyetten uzakta vadinin göbeğinde kalmak için geliyor. Bir de etrafta ışık olmadığı için hiç göremediğimiz kadar çok yıldızlı gökyüzünü incelemek için geliyor. Aslında yıldızlı gecelerin babası San Pedro de Atacama’da görülüyormuş ama artık yanlarım ağrıyor oraya gitmek için. Benim için en önemli nedenlerden birisi bölgede bulunan gözlemevlerinden birisinde kendi gözümle uzayı gözlemek. Amma göz geçti cümlede. Bilimsel araştırma yapılan bir sürü gözlem evi var burada. Kanarya adaları ve Elqui vadisi bu işin başını çekiyor dünyada. Tabi benim gideceğim halka açık gözlem evi. Diğerlerine öyle herkesi almıyorlar ve neredeyse bir yıl önceden rezervasyon yapmak gerekiyor.  

Bu uzay merakı daha çocukken başladı ben de. Yıl 1969. Ülkede siyah-beyaz TV var sadece. O da her evde yok. Yayın da yok öyle her gün. Yayın olduğu günler çoluk-çocuk bizim komşu Ali Amcalarda toplanıp izliyoruz artık ne varsa programda. Neyse bir gün ‘aya çıkıyorlar, aya çıkıyorlar’ bağrışmaları eşliğinde toplandık Ali Amcanın evinde. Vay be! Gerçekten de aya çıktı adamlar. O günden beri bana ‘büyüyünce ne olmak istersin’ diye sorulduğunda benim cevabım ‘astyonot olucam’ (bir süre r’leri y diye söyleyebiliyordum) oldu. Astronot olup uzaya gidemedim ama dalgıç olup suyun altına indim. Netice de orası da ayrı bir dünya. Ya size bir şey itiraf edicem. Dünyayı keşfettiğimden filan değil ama bu dünya bana dar geliyor ya. Hani ‘Mars’a gidecek gönüllü aranıyor ama dönüş garantisi yok deseler’ ben giderdim valla. Acaba bir psikiyatra mı görünsem, ne dersiniz?

Gelmeden bir gün önce San Pedro diye bir hostele yazmıştım geliyorum, kaç para filan diye. Hostelin sahibi Santiago web sitesini verdi ben de oradan baktıydım hostele. Neyse hoş geldin filandan sonra ilk günün parasını alayım dedi. Ben de 8000 pesoyu çıkarıp verdim. ‘Kahvaltı istiyorsan 2000 daha vereceksin’ dedi. O anda anladım çakal birine denk geldiğimi. Neyse sabahın köründe yapacak bir şey yok. Sitede wifi var yazıyordu. Sadece bir bilgisayar var internete bağlı ama bir gün önce bağlantı da yokmuş. Kıl oldum. Kahvaltı filan istemiyorum. Zaten yolda sandwich yemiştim. Gidip kendime kahve yaptım ve bahçede kahvaltı eden üç hatunun masasına oturdum. Ben Fransızca konuşmaya  başlayınca hemen muhabbet koyulaştı. Yok, öyle Fransız züppeliği değil Fransızcayı tercih etmeleri. Kızların biri hiç bilmiyor İngilizce, diğeri biraz biliyor. Bunlar güneyden. Güneyliler daha alçak gönüllü ve samimi oluyor. Akdenizlilik durumu yani. Neyse öğleden sonra bu ibne Santiago’dan bisiklet kiralayıp gezelim diyoruz. Sebastian kızları kandırmış, 5000 pesoya bisiklet kiralama yerine ‘ben sizi parkurun sonuna arabayla götüreyim, zira gidiş hep yokuş yukarı (burası doğru), bir de snack ve kuru meyve, içecek filan vereyim siz de bana 12 bin verin’ diyor. Ben 12 bin mi derken öyle bakmışım ki puşt hemen 10 bine indi. Snack dediği şeyde bakkaldan 500 pesoya alınmış iki parça dandik bir şey. Neyse, sorun çıkartmaya gerek yok. Gittik parkurun sonuna.

Klasik tura çıkıyoruz fotosu

Aslında iyi ki de araçla gitmişiz yolun sonuna, zira bisikletler düz yolda bile zor ilerliyor. Zincirlerde bir gram yağ yok, vitesler çalışmıyor, arada zincir atıyor, fren pabuçları cantlara sürtüyor. Yani bisikletler ancak yokuş aşağı gidebiliyor. Arada minicik eğimlerde bile inip yürüyoruz. Bütün bunlara rağmen keyfimiz terinde. Dura-kalka, güle-oynaya döndük 3 saat sonra köye. Ama dönünce hep bir ağızdan şarlayınca 2000 daha düştü Santiago. Kızlar yarın San Pedro de Atacama’ya gidecekler, hadi bu gece dışarıda yiyelim dediler. Sezon artık bitmiş olduğu için akşam sekizden sonra mekan bulmak zor oldu ama bir pizza restoranı bulduk. Ortamı güzel yapmış abiler. Restoranın açık hava olan kum zemininin ortasına ateş yakmışlar, müzikte güzel. Biz de yemek öncesi pisco (bu yemek öncesi aperatif adeti Fransızların olmazsa olmazı nedense) yemekle de şarap derken gece yarısına kadar sağlam muhabbet yaptık o gece.

Vadim o kadar yeşildi ki.

Ertesi sabah kahvaltıda Santiago’nun bir gün önce söylediği peynirden ve gerçek kahveden eser yok. Neyse ben yeni filtre kahve almışım, herkese kahve yapıyorum, bir de Valpo’dan aldığım peynir var onu açıyorum, gönlümüz yine şen. Şen ama kızları uğurladıktan sonra bir gün önce göz koyduğum ‘El Tesoro del Elqui’ hostele geçiyorum. El tesoro hazine demek. Gerçekten vadideki hazine gibi bir mekan. Sahibi bir Alman. Öyle olunca da her yer mükemmel. Burası hostel değil esasında cabanas denen ahşap bungalow tarzı mekanlardan oluşan bir konaklama tesisi. Ama 3 kişilik bir yatakhanesi var. Tertemiz bir havuzu, şahane bir bahçesi, kafeteryası var. Kahvaltı dahil ve fiyatı o sefil hostelden daha iyi. Tabi sezon sonu olduğu için. Hemen mayomu giyip havuz kenarına gidip şezlonga uzanıyorum ve kitabımı açıyorum. Benden iyisi yok o anda. 

Dünyanın ıssız bir vadisindeyim, hiç bir şey ipimde değil açıkçası

Akşamüzeri oda da kalan Alman kız geliyor. Merhaba diyorum, ses yok. Dilsiz mi acaba diyorum ama olmaz ki. Nasıl seyahat etsin? Bir kağıt çıkarıyor cebinden. Üzerinde ‘today is my silent day’ yazıyor. Herkes başka bir cins işte. Tamam sorun yok ta, küçücük oda da kalan iki kişiyiz ve garip bir sessizlik var ortada. Ben de bahçeye çıkıp, bilgisayarda çektiğim fotoğrafları düzenliyorum.

Bu fotoğraflar konusunda bazen fotoşopmu kullanıyorsun diye soranlar oluyor. Yok! Fotoşop yok zaten bilgisayarda. Picasa kullanıyorum. Bilenler bilir, Picasa’da temel düzeltmeler var sadece; ışık, gölge, kırpma, doygunluk filan gibi. Bu kadar düzeltmesizde dijital fotoğrafçılık olmuyor. Zaten bu düzeltmeler makinenin yetersizliklerini dengeliyor. Bazıları dijital makineleri analog yani filmli makinelere göre çok üstün sanıyor ama yanılıyorlar. Dijital makineler ancak son birkaç yıldır filmli makinelerde çekilen fotoğraf kalitesine yaklaştı. Ama hala alınacak yol var. Tabi bu farkı dijital dönemden önce özellikle slayt film ile çalışmış ve bu konuda emek vermiş olanlar anlar. Dijital makinelerin farklı konularda avantajları var tabi. İstediğin kadar çek, anında gör, düzeltme yap, efekt yap, hızlı enstantane, yüksek ISO vb. 

Ertesi sabah ‘günaydın’ diyor adını unuttuğum Alman kız. ‘Aa, konuşuyorsun diyorum gülerek. ‘Sadece dündü o diyor’ Sormuyorum neden diye. Banane canım, herkesin bir nedeni var. Ben de bazen sessiz günüm filan olmasa da kimseyle konuşasım olmuyor ve merhaba, nasılsın filan dışında konuşmuyorum pek. Bu arada tüm seyahatim boyunca bir ilk yaşanıyor (tur kısmını saymıyorum) ve açık büfe kahvaltı yapıyorum. Peynir bile var. Daha ne olsun. Bu hostel kahvaltıları şöyle oluyor genelde. B.ktan bir kahve, sallama çay, ekmek, yağ, marmelat. Çoğu yerde de endüstriyel marmelat. A! Hakkını yemeyeyim Valpo’da kaldığım Luna Sonrisa’nın kahvaltısı da neredeyse buradaki kadar güzeldi. 

Bu gün burada son akşamım olduğu için gözlemevine gidicem artık. Buraya bir saat mesafede olduğu ve gece gidildiği için tur almak lazım. 17 bin peso diyorlar. Giriş 4500, yola 12500 yani 28 dolar istiyor adiler. Ben de buradan ayrılıp Vicuna’ya gitmeye karar veriyorum. Zira gözlemevi orada olduğu için fiyatı 6500 sadece. Hem de iki gündür Pisco’nun toplam dört sokağında yürümekten sıkıldım artık. Her ne kadar mekandan ayrılmak zor olsa da toplanıp yola çıkıyorum. Vicuna’ya geldiğimde ortalık  kalabalık, patırtı, gürültüden geçilmiyor. İlk defa bir ralli düzenleniyormuş bölgede. Meydan da anıran araba egzozları, sesi sonuna kadar cızırtılı hoparlörlerden gelen abuk subuk müzikler. Gelmese miydim acaba? Üstelik Vicuna’da hostelde yokmuş! Bir mekan buluyorum seyyahın kutsal kitabı Lonely Planet’ten. 14 bin peso istiyorlar yani 30 dolar. Tamam özel oda, iyi kahvaltı ama asla vermedim bu parayı gezerken, vermeye de niyetim yok. Biraz dolaşıp 20 dolara biraz dandik bir yer buluyorum. Kahvaltı yok ama olsun. Ben artık yöntemi buldum. Marketten bir avokado, bir domates, 100 g. kaşar ve ekmek alıyorum. 2 dolara çözüyorum işi. Üstelik aldığımın bir kısmını akşam yemeği için aldığım nevalenin yanında yiyorum. Dediğim gibi burada gözlem evi turu ucuz, Pisco’dakinin üçte biri. Ama burada El Pangue diye başka bir gözlem evinin var olduğunu öğreniyorum. Burası diğerinden daha az turistik. İki astronom ile gözlem yapıyorsunuz ve sadece 10 kişi alıyorlar. Fiyatı 18 bin. Pisco’da kalsam daha turistik olanına 17 bin verecektim buna 18 bin veririm bu durumda. Zaten buraya gelişimin asıl sebeplerinden birisi bu. İyi de bu turu satan ofis kapalı. Dörtte açılır diyorlar. Şili’de ve Arjantin’in birçok yerinde birle dört arası çoğu yer kapalı oluyor. Neyse bekliyorum saat beşi geçiyor. Gelen giden yok. Kös kös diğer tarafa rezervasyon yaptırıyorum. Sonrasında marketten alışveriş yapmış canım sıkkın şekilde hostele dönerken acente açık olmasın mı? Bekledim o kadar gelen giden olmadı diyorum, tebessüm ediyor sadece. Latin Amerika’nın bir numaralı kuralı geçerli yine. Tranquilo! Allahtan diğer yere yaptırdığım rezervasyon için henüz para ödememiştim. Hemen iptal ediyorum ve buraya kaydımı yaptırıyorum. 

Akşam sekizde 10 kişi bir minibüsün içinde dağlara doğru karanlık, kıvrıla kıvrıla giden toprak bir yolda ilerlerken sanki gizli bir yere gidiyormuşuz hissi geçiyor içimden. Sessiz karanlığın içindeki yolculuğumuz sadece kırmızı birkaç ışıkla aydınlatılmış karanlık bir yerde sona eriyor. Bu durum önce garip gelse de sonradan anlıyorum durumu. Gözlem yaparken civardaki en ufak ışık bile belli ediyor kendini. Birisi 40 cm. birisi 20 cm iki teleskop var. Bize İngilizce açıklama yapan astronom önce Jüpiter’e yönlendiriyor teleskopu. Sıra bana geldiğinde gördüğüme inanamıyorum. İşte Jüpiter karşımda. Üzerine aylarından birinin gölgesi düşmüş, sapsarı küçük bir nokta gibi karşımda duruyor. Etrafındaki dört ayı görüyorum ve en bilinen olan İo’yu. Sonra bize en yakın yıldız Alfa Centauri’yi gösteriyor. Bir yandan soru cevap devam ediyor bir yandan yıldızları, galaksileri, nebulaları gözlemliyoruz. Samanyolu evrenin neresinde diye soruyorum. Bilinmiyor diye cevap veriyor astronom. Tüm galaksilerin bir disk şeklinde oluştuğunu ve bizim içinde bulunduğunuz güneş sisteminin merkezle dış sınır ortasında bir yerde olduğunu öğreniyorum. Bize 60 milyon ışık yılı uzaklıkta ve şeklinden dolayı sombrero (Meksikalıların kullandığı geniş kenarlı şapka) denen galaksiye bakıyorum. Şekli gerçekten şapka gibi. 3-4 cm. boyutunda görünüyor ama içinde bizim güneşimiz gibi yüz milyarlarca yıldız ve kim bilir kaç yüz milyarlar gezegen ve ay barındırıyor. Bu galaksi evrendeki yüz milyarca galaksiden sadece biri. 60 milyon ışık yılı uzaklıkta dedim ya, mesafeyi km. cinsinden bulmak için şu işlemin sonucunu bulabilmeniz gerekiyor:   
60.000.000 x 300.000 x 365 x 24 x 60 x 60 = 567.648.000.000.000.000.000  km. Ben hesabı sizin için yaptım ama ortaya çıkan sonucu açıklayan birimi bulamadım maalesef. 

Bu mimik şapkanın içinde bizim güneş gibi yüz milyarcası var!

Sonra Eta Karina’yı gördük. Her an bir süpernovaya dönüşmesi yani infilak etmesi beklenen yıldızı. Bunun bizim hayatlarımız içinde mümkün olabileceğini söyledi astronom. Elbette bizim de görebileceğimiz dev bir ışık yayılması olacak. Sağında solunda oluşan bulutlanmalar bu patlamanın ön belirtileriymiş. Bu arada gördüğümüz her şey geçmişte. Yani gökyüzüne baktığımızda geçmişi görüyoruz. Güneşte bir sorun yaşansa bizim ancak 8 dk. Sonra haberimiz olacak. Dolayısıyla Eta Karina’ya bakarken geçmişte patlayıp artık yok olmuş bir yıldıza bakıyorduk muhtemelen. Biz sadece bunun yarattığı etkiyi milyarlarca yıl sonra görebiliyor olacağız. Ne yani şimdiden geçmişe mi bakmak? Hımm! Biraz düşüneyim bu konuyu. Zamana göreceli bu durumda. Bir dakika aklımı karıştırmayın, düşünüyorum. Bu durumda atomlar ışık hızında yol alıyorsa kütle enerjiye enerji de kütleye dönüşüyor olabilir mi acaba? Eğer hiçbir şey ışık hızından daha hızlı gidemez ise.. O halde enerji yani E = mc2 desek? Yok canım, saçma oldu bu. Böyle olsa zamanın da bükülmesi lazım. Ne bu tel mi ki zaman bükülsün.  Bir an bir şey buldum sandım ama geçti şimdi. 

Alın size double star yani duble yıldız

Asıl ilginç olan ise ikiz yıldızı görmekti. İkiz yıldız benim tabirim. Astronom ‘double star’ dedi. Konudan bahsedince ben İngilizce hadi canım anlamında bir şey söyleyince gel göstereyim dedi. Gözümü teleskopun vizörüne dayayınca küçük dilimi yutuyordum (gerçi yutamam ki, 5 sene önce uyku apnesi sorunum nedeniyle küçük dilim üst damağa dikildi) Aynı anda doğmuş iki yıldız birbirlerinin çekim gücü etkisiyle biri diğerine mahkum olarak yaşamlarını sürdürüyorlar. Elbette yapışık değiller ama belirli bir mesafede olmak koşuluyla, beraber hareket ediyorlar. Hayatımdaki en ilginç gecelerden birisi olan bu gecenin tatlısı ile o sevimli halkalarıyla gökyüzünde asılı duran Satürn’ü görmek oldu. Hatta insanoğlunun dünyadan sonra yaşaması en muhtemel Titan’ı (Satürn’ün atmosferi olan ayı) bile gördüm. Astronoma son olarak sorduğumuz sorunun cevabı ise çok ilginçti.    
 – Peki, Titan’da atmosfer var diyorsunuz ama bu atmosfer koşulları insanın yaşamasına uygun mu ?        
 – Değil ama bu koşullar değiştirilebilir.                                                                                                                     
 – Peki, bu o kadar kolay mı?                                                                                                                                      
 – Baksanıza, bizimkini 100 yılda değiştirdik. Neden olmasın?                                                                       
 – !!!!
Doğru valla. İnsanoğlu olarak dört buçuk milyar yaşındaki gezegenin atmosferinin içine ettik yüz yılda. Titan'ın da icabına bakarız en kısa zamanda. 

Gelecekteki muhtemel yeni evimiz, Titan. Sol aşağıdaki minik nokta

İşte böylece Şili’nin ıssız vadilerinden uzaya doğru açılmış oldum. Eğer ki evrende neler olup bittiği konusunda biraz merakınız varsa ama bir türlü okuduklarınızdan bir şey anlamıyorsanız size Stephen Hawking’in kızı Lucy ile birlikte yazdığı ‘Evrene Açılan Anahtar’ kitabını tavsiye ederim. Kitap, evreni ve onun kanunlarını neşeli ve heyecanlı bir hikaye eşliğinde anlatıyor. Yeni kitapları çıkmış diye duydum dönünce alıcam.

Hiç yorum yok: