1 Nisan 2013

Ah Patagonya Patagonya, ben senin gibi bulamanya..


Çok insan Patagonya diye bir yerin hayali bir yer olduğunu sanır nedense. Halbukisem Patagonya uçsuz bucaksız bir bölgenin adı Güney Amerika’nın en güneyinde. Patagonya ile ilgili tek bilgimiz ‘Patagonya ordusu ya da Patagonya Cumhuriyeti’ benzetmesidir. Nereden çıkmış bu laf, belli değil ama bizim ordu söz konusu olunca ‘burası Patagonya ordusu değil’ ya da ters giden bir şey olunca ‘Patagonya Cumhuriyetinde bile olmaz’ denir. Bilen varsa beni de aydınlatsın bir zahmet.

El Chalten. Küçük güzeldir




El Calafate’ye indik ama daha sonra dönmek üzere oradan 4 saat mesafede El Chalten’e geçtik hemen. El Chalten Tehuelche (bölgenin yerli halkı) dilinde dumanlı dağ demekmiş. Neden dumanlı dağ? El Chalten’i bu kadar meşhur kılan Fitz Roy dağı yüzünden. Fitz Roy adı nereden geliyor? Darwin’in bölgeyi araştırması sırasında gemisinin kaptanlığını yapan ve bu dağı keşfeden adam? Darwin kim? Ee! yetti ama onu da siz araştırın artık. Tarih dersi mi yapıyoruz burada! Bizim El Chalten’deki misyonumuz Fitz Roy’a giden 22km.lik parkuru yürüyerek dibine kadar gelmek. Biri tırmanmak mı dedi? Alın da resmine bakın sonra konuşun. Kırk yıllık abaza bile tırmanamaz oraya. 

Yakışıklı dağ vesselam

Bu yürüyüşü aralarında benim de olduğum beş kişi tamamlayabildi gruptan. Aslında ben de pek emin değildim tamamlayacağımdan ama başardım. Zira son bir km.lik kısmında keçi gibi tırmanmanız gerekiyor. Ama benim asıl sıkıntım sağ dizim. Geçen yıldan beri hem travmaya bağlı kıkırdak hasarı hem de menüsküs yırtığı var. Ama gel gör ki İstanbul’da mahallede yürürken bile ağrıyan dizin burada maşallahı vardı. Demek seyahat sadece ruha değil bedene de iyi geliyor.


Viedma buzulu

Ertesi gün ise Viedma buzulu üzerinde kramponlarla yaptığımız yürüyüşte hepimiz çocuklar gibi şendik. Güzel bir hismiş buzulda yürümek. Hele bir de yürüyüş sonunda rehberlerin ikram ettiği buzlu Baileysler çok iyi geldi. Elbette buzu yanlarında taşımıyorlar. Kazmayı saplıyorlar buzula, al sana istediğin kadar buz. 

Buzulda renkler kopuyor

İki günden sonra El Calafate’ye geri döndük. Sırada Patagonya buzul kampının en büyük buzullarından olan (yaklaşık İstanbul kadar) Perito Moreno buzulunu görücez. El Calafate, yerli dilinde bölgede yaygın olarak bulunan çalılı bitki blueberryden alıyor adını. Öyle yenince tadı tuzu yok ama marmeladı baya güzel. Valla ne yalan söyleyeyim, oldukça etkileyiciydi o devasa buzulu karşımda görmek. Hele bir de buzuldan parçaların kırılması ve çıkan ses daha da dramatik bir etki yaratıyor. Gerçi bizim şahit olduğumuz kırılmalar küçüktü ama yine de güzeldi.

Perito Moreno buzulu






















Bence en büyük sanatçı doğa

El Calafate’de buzul kadar etkileyici bir diğer faaliyet ise akşam yediğimiz yemekti. Şehri tepeden gören Don Pichon restoranında pişirilip küçük mangallarda servis edilen ve ye yiyebildiğin karışık ızgara olayı zirve yaptı. Ayıptır söylemesi domuz gibi yedim valla. Daha önce de yazmıştım, Arjantin et olayında nambır van. Param olsa arada uçağa atlayıp Arjantin’e et yemeye gelmek isterdim arada : ))

Arjantinliler et işini biliyor valla

El Chalten’den sonra yolumuz sınırı aşıp Şili’de Puerto Natales’e yöneldi. Şili sınırını geçerken adamlar x-ray ile çantalarda sebze-meyve veya et-süt ürünleri arıyorlar (daha sonraki sınır geçişimde köpeklerle aradılar). Aman diyeyim bunları yanınızda taşıyıp başınıza iş almayın ya da emin olmadığınız bir şeyler varsa yanınızda beyan edin. Sonra durduk yerde ceza ödemeyesiniz. Puerto Natales Cem ve Cahit’in memleketi. Artık oralı olmuş ikisi de. Cahit arsasını alıp evini dikmiş, Cem’in arsa alınmış ev yapılmayı bekliyor. Ne diyelim darısı başımıza. Ne diye geziyorum bu kadar sanıyorsunuz. Ben de kendime göre yaşayacak bir memleket arıyorum. 

Puerto Natales’te gece konakladıktan sonra meşhur Torres del Paine milli parkını gezmeye başladık. Bu parkın hakkı 4 günlük veya 9 günlük trekkingle verilir aslında ama biz araçla muhtelif yerlerini gezip gördük. Trekking yaparsanız ya kendi malzemenizi kendiniz taşıyorsunuz ya da parayı bayılıp bir taşıyıcı kiralıyorsunuz. Çadırda veya dağ evinde (aklınıza öyle İsviçre dağ evleri gelmesin, bir odada 4 ranza bulunan basit yerler buraları ama geceliği 50 dolar) kalma opsiyonları var. İklim koşulları ise ne çıkarsa bahtınıza artık. Güneş, yağmur, rüzgar hatta Marttan itibaren kar. Aynı gün içinde dört mevsimi yaşayabilirsiniz. Bunlardan en fenası saatte 50 – 100 km hızla esen rüzgarlar. Bu bölgede, birçok mağazada ‘viento muucho viento – rüzgar, çook rüzgar’ baskılı tişörtler satılıyor. 

Rüzgarın heykelini bile yapmışlar

Torres del Paine Milli Parkından

Parkta serbestçe gezinen guanacolar

Tercera Baranca çiftliği

Öğleden sonra, konaklayacağımız çiftlik evi ‘Tercera Baranca’ya geldik. Göz alabildiğine büyük bir çiftlik arazisi üzerinde eve yaklaşırken ‘istermisin şimdi dandik bir yer çıkarsa herkes kalayı basacak diye biraz tırstım’ ama şimdiye kadar kaldığımız yerlerin en keyiflisi çıktı burası. Kocaman odalar, şömineli bir salon, yanda yemek yeri, biraz ilerde otlayan koyunlar, onların yanında Pepe amcanın akşam bizim için kestiği koyun, hemen yanda birazdan tura çıkacağımız atların bulunduğu ağıl, karşıda Torres del Paine dağı. Daha ne olsun yani. Buranın gauchoları yani kovboyları atları hazırladı ve 2 saat gezdik çiftlikte. Grupta hiç kimse tecrübeli olmadığı için fotoğrafları at üzerindeyken çekmek bana düştü. Eh işte 3-5 binmişliğimiz var. Ben kendimi fotoğraf işine kaptırınca aklıma hemen at turu fotoğrafçısı olma fikri geldi. Nasıl fikir ama! Kartvizitim bile hazır ‘Horseback Riding Photographer Don Felix’. Felix adımın İspanyolcadaki karşılığı oluyor. Aslında mutlunun tam karşılığı feliz ama isim olarak Felix kullanılıyor. Bazı yerlerde isim soruyorlar, Mutlu’yu anlatana kadar canım çıkıyor. Ben de artık Felix diyip işin içinden çıkıyorum. 

Yeni kariyerim, at biniciliği fotoğrafçılığı

Koyun 4 saattir pişiyor

Marie Jesus servisten önce tadım yaparken yakalandı

Akşam yemeği için kuzu odun ateşinde 4 saat piştikten sonra hazır artık. Pepe amca kuzuyu servis için parçalıyor. Mutfakta Carmen teyze var. Servisi de eko turizm öğrencisi stajyer Marie Jesus yapıyor. Şili’nin meşhur Carmenere üzümlerinden yapılan şaraplarda açıldı. Oh! Yeme de yanında yat. Öyle olmadı tabi.Yeyip öyle yattık. Lokum kıvamına gelmiş kuzu yarım saat içinde yok oldu. Harika bir yemek oldu, bütün çalışanlar alkış aldı. Herkes yatmaya gittikten sonra Carmen teyzeye yarın kahvaltıyı sekiz buçukta alabilir miyiz diye soruyorum. İki kez tekrarlıyor sekiz buçuk mu diye ve neredeyse sevinçten oynamaya başlıyor. Meğer gruplar genelde sabahın köründe tura başladığı için teyzem sabahın beşinde kalkıp onlara kahvaltı hazırlıyormuş. Ben sekiz buçuk deyince ilk defa normal bir saatte kalkacağı için çok sevinmiş. Bir de dedi ki, gruplar gidip geliyormuş, ne selam ne sabah, ne teşekkür, bizim ilgimiz ve tezahüratımız çok hoşlarına gitmiş. Ben ertesi günü bu durumu gruba aktarınca ayrılırken herkes duygusallıktan durumu abartıp kırk yıllık dost gibi sarılarak ayrıldı.
Akşam yatmadan önce Cem’le gökyüzünü seyrederken kendimizden geçtik. Gözün alabildiğine hiç ışık yok etrafta. Ben teknelerde çalışırken geceleri denizin ortasında güvertede yatıp bol yıldızlı geceler geçirdiğim çok olmuştur ama bu kadar çok yıldızı bir arada görmedim hiç. O an o çiftlikte kalıp yaşamayı o kadar çok istedim ki.

Torres del Paine dağı

Torres del Paine milli parkından

Torres del Paine milli parkından

Torres del Paine milli parkından

Çiftlik sefamız, kasabadan aldığımız domates, salatalık, peynir ve zeytinle takviye olunca şahane bir kahvaltıyla sona erdi ve Torres del Paine milli parkını gezmeye devam ettik bu günde. Ne desem, her insanı şair yapabilecek kadar güzel manzaralarla dolu park. Ne kadar iyi fotoğraf çekerseniz çekin o görüntüleri olduğu gibi aktarmanın imkanı yok. Zaten fotoğraflarla bir yeri anlamak mümkün değil, orada olmak lazım. Ben Fb’a sadece ağzınızı sulandırıp, buralara gelin diye sizi kışkırtmak için koyuyorum o fotoları. Eh tabi, bir de ben gittim oralara duygusu da var galiba işin içinde. Bu konu ilginç bir konu. Daha sonra bir başlık açıcam bu konuda. 

Bu turu Cem kardeşimle beraber yaptık


Puerto Natales’ten sonra üç saat yolculukla Punta Arenas’a vardık. Burada bir gece kaldıktan sonra Macellan boğazını 20 dakikalık (burası boğazın en dar yeri) bir feribot geçişiyle aşıp Arjantin sınırına doğru yola devam ettik. Her ne kadar soğuktan kıçımız donsa da güverteye çıkıp boğazı süzmekten kendini alamıyor insan. Hoş bir duyguymuş Macellan boğazını geçmek. Buradan Şili-Arjantin sınırına devam ediyoruz. Toplam 10 saat sürecek olan yolculuğun hedefi dünyanın sonu (ya da başı) olan Tierra del Fuego – Ateş Toprakları adasının başkenti olan ve dünyanın en güneyindeki şehri unvanına sahip Ushuaia’ya ulaşmak. Yolda yaşadığımız enteresan bir durumu paylaşmadan Ushuaia’yı anlatmak olmaz. Grubumuzda bir Galatasaray fanatiği olan Mithat Bey şu Galatasaray – Real Madrid maçını seyredebilsek akşam içkiler benden diyor ama göz alabildiğine ıssız yollardan geçiyoruz. Ushuaia’ya iki saat kala bir kasabada kahve ve tuvalet molası için durduk. O da ne Tv de Arjantin’in bir maçı var. Cem garsonla konuştu ve kanal değiştirip maçı bulduk ama diğer maçı seyreden Arjantinli abiler olduğu için iki dakika sonra kanal tekrar değişti. Hayal kırıklığı ile oradan ayrılacakken garson üst katta da büyük ekran var orada seyredebilirsiniz deyince herkes yukarı çıktı. Maçın ilk yarısı Galatasaray 2-0 mağlup ama maç iyi. Herkesin oy birliği ile maçın seyredilip sonra gidilmesi karar alınınca Mithat Bey acayip mutlu oldu. Üstelik Galatasaray’ın maçı 3-2 kazanması katmerli mutluluk oldu. Düşünün Türkiye’den 5 saat geridesiniz, ıssız yollarda dünyanın sonuna doğru seyahat ediyorsunuz, sıradan bir kasabada bir cafede duruyorsunuz tam da o saatte ve orada ayrı salonlarda iki ayrı büyük ekran var. Valla Allahın sevgili kuluymuş Mithat Bey.

Dünyanın Sonu Yolu

Ushuaia’ya geç varınca ilk gece yemek ve tumba yatakla son buldu. Ertesi gün Beagle kanalında tekne turu var. Beagle ismi Macellan’ın bölgeyi keşfederken kullandığı teknenin adı. Küçük bir tekneyle limandan ayrıldık. Buradan 1000 km. sonrası Antarktika. Antarktika’ya tur yapan gemilerin çoğu buradan kalkıyor. Tur için limandan kalkan gemilere bakarken insanın aklına ‘Ah o gemide ben de olsaydım, açık denizlere yol alsaydım’ şarkısı geliyor ama bu hayalin bedeli bir haftalık tur için minimum 5000 dolardan başlıyor. Neyse biz Patagonya hayaline devam edelim. Limandan ayrıldıktan sonra küçük bir adacıkta yaşayan deniz aslanlarını görmek süperdi. Hava şansımıza acayip güzel. Herkes güvertede, fotoğraf çekiyor. Oradan başka bir adacığa gidildi, burada da foklar ve deniz aslanları var. İlerlerken adını asla öğrenemediğim bir sürü kuş türü bir sardalye sürüsüne taarruza geçiyor. Ortam NG belgeselleri gibi valla. Buradan da dünyanın en güneyindeki deniz fenerine devam ediyoruz. 4 saat nasıl geçti kimse anlamadı. 

Beagle kanalında foklar

Beagle kanalında deniz aslanları

Beraber mutlu mutlu yaşıyorlar

Dünyanın sonunda olmanın bir bedeli var tabi. Her şey ateş pahası. Restoranlar, turlar, ulaşım, alış-veriş kısacası her şey pahallı. Ertesi günü Ateş Toprakları Milli Parkına yapacağımız tur için bir transfer aracımız yok ama mesafe 12 km. ayarlarız 4 taksi gideriz diye düşünmüştük ama bir taksi gidiş ve 4 saat sonra gelip bizi alarak dönüş için 90 dolar isteyince dumur olduk. On iki on iki 24 km. 90 dolar. Yuh! Oraya giden otobüsler var ama  o bile gidiş-dönüş 40 dolar. Park girişi 22 dolar. Yapacak bir şey yok, durum böyle. Park’ta yaklaşık 4 saatlik güzel bir yürüyüş parkuru var. İç geçire geçire bu güzel yürüyüşten sonra şehre dönüyoruz. Ushuaia yakışıklı bir şehir. Arkada tepeleri karla kaplı dağlar, eteklerinde ormanlar ve önünde Beagle kanalı. Hava da güzel olunca çok keyifli oluyor. Kışın da kayak yapmaya geliniyormuş buraya.

Şehr-i Ushuaia

Ateş Toprakları Milli Parkından

Ateş Toprakları Milli Parkından

Ertesi gün BA’e dönüş var. Cem’i burada bırakıp BA’e dönüyoruz. Yerel havaalanı şehir içinde olduğundan gece uçuşuna kadar 3-4 saat zaman geçirmek için herkes şehre iniyor ben de klasik olarak San Telmo’da daha önce kaldığım hostele çantayı atıpsonrasında grubu uluslararası havaalanına götürüyorum. Anladığım kadarı ile herkes turdan mutlu bir şekilde ayrılıyor. Program iyi geçti, pek bir sorun çıkmadı, grup kapalı bir grup yani herkes birbirini tanıyor, bir gezi grubu olduğu için keyif almasını biliyorlar ve gezdiğimiz yerler gerçekten çok özeldi. Durum böyle olunca ben de bu turdan çok keyif alıyorum. Genel de bu duyguyu yaşayamıyorum tur sonlarında ama bu sefer farklı oldu. Keşke hep böyle bir grupla tur yapsam ben hep yaparım bu işi. Aklıma şimdi geldi, bir de ‘Türkler seyahatte’ diye bir yazı yazsam. Ne dersiniz? Tamam tamam, madem çok ısrar ediyorsunuz yazayım bari. 

Grubu yolladıktan sonra, Hop hop hop! değiş tonton diyerek backpacker kılığıma bürünüyorum. Artık o güzelim restoranlar, hoş oteller, özel transferler dönemi sona erdi. Yine Ninja kaplumbağa gibi çantayı sırtlayıp belediye otobüsleriyle, 20 saatlik yolculuklarla, onu mu yesem bunu mu yesem hesaplarıyla, hostel dormlarında iç içe konaklamayla seyahate dönüş zamanı geldi. Şikayetçi miyim? Yo! Değilim valla. Ama şunu fark ettim, artık daha yavaş gezmek istiyorum. Yaşlanıyor muyum ne? Yok canım ne yaşlanması, daha hayatımın baharındayım. Ama hangi baharında acaba : ))

Puerto Limon hostele nostalji duygusuyla gittim ama biraz hayal kırıklığı oldu. Eski çalışanlar artık yok, hostel bakımsız kalmış iyice, pek hoşuma gitmedi bu sefer. Çıkıp ilk olarak karaborsadan biraz dolar bozduruyorum sonra foto makineme bakım yaptıracak bir teknik servis arıyorum. Ama bu günün Cumartesi olduğunu unutmuşum. Burada Cumartesi birçok iş yeri kapalı. Bu durumlarda Türkiye’yi aramıyor değilim. Zorlasan Pazar günü bile sorununu çözecek bir yer bulursun bizim memlekette. Ya bahsetmedim daha önce değil mi? Her çektiğim fotoğrafın sol üst köşesinde tüy, kıl gibi bir leke var ve kullanmak istediğim her fotoğrafı ya orasında kesmem ya da retouch etmem gerekiyor. Yüzlerce fotoğraf çektiğimi düşünürseniz başımda nasıl bir dert olduğunu tahmin edersiniz. Geri zekalı Mutlu! İnsan bir kontrol etmez mi makineyi seyahate çıkmazdan önce. Aslında makineyi yenilemediğime pişmanım. Makinem artık ölüyor a dostlar! Ama napayım, dedim ya bu kış çok kötü geçti diye. Bu yaz sonunda ne yapıp edip yine 2. el doğru dürüst bir makine almam lazım artık. 

Açık bir yer bulamayınca garaja gidip Bariloche’ye bir bilet alıyorum. Bariloche, BA’e 20 otobüsle 20 saat mesafe güneyde, Şili sınırına yakın, göller bölgesinde çok güzel bir şehir. Şehir dediğime bakmayın, sağı-solu, önü-arkası dağlarla, göllerle, ormanlarla çevrili pek güzel bir mekan. Arjantin’de otobüs ulaşımı acayip pahallı. Uçak daha da pahallı tabi. 20 saat yol için yatar koltuk fiyatı 180 dolares!! Tamam yeme, içme var otobüste, gayette konforlu ama bu ne be kardeşim. Bilet satan abiyle biraz muhabbet edince bana indirim yapıyor, karaborsada bozdurduğum pesolar sayesinde bilet bana 110 dolara mal oluyor. Pahallı ama koltuklar çok geniş (aynı sırada 2+1 olmak üzere 3 koltuk var)  ayak mesafesi de rahat, güzel filmler de var videoda pek sıkıntı yaşamadan varıyorum Bariloche’ye. Kalacağım hostel merkezde bir ticaret merkezinin 10. Katında olan Penthouse 1004. Rezervasyon yapmadan önce ‘bir binanın içinde hostelde kalmak iyi bir fikir mi’ diye biraz kararsızdım ama kalanların yorumlarını okuyunca burada kalmaya karar verdim. İyi ki de öyle karar vermişim. Tamam binaya girip asansörle 10. Kata çıkıyorsunuz ama manzara kopuyor. Kocaman bir balkonu var. Kaldığım odada bile göl manzarası var ve şehri de tepeden görmek çok keyifli. Alın bakın işte.


Hostelden Nahuel Huapi gölü manzarası
Ayrıca hostelde çalışan Any, Cecilla ve Clarins hem profesyonelce götürüyorlar hosteli, hem de her konuda çok yardımseverler. Any, İsveçli ama 10 yıldır burada yaşıyor. Artık evi burası olmuş. Sohbet ederken konu kahveye gelince türk kahvesini bir kere içtiğini ve çok sevdiğini söylüyor. Tatatata! Şapkadan tavşan çıkaran sihirbaz gibi ben de çantamdan türk kahvesi ve cezvemi çıkarınca şaşıp kalıyor. Geçen sefer kahve konusunda yaşadığım hayal kırıklığından ve çektiğim acılardan sonra bu kez kahve konusunda sıkı önlemler aldım. Yanımda küçük bir cezve, fincan, birkaç paket kurukahveci Mehmet efendi, küçük bir frenchpress ve Kolombiya filtre kahveyle seyahat ediyorum. İyi ki de öyle yapmışım, Arjantin idare eder ama Şili’de her yer instant kahve. Bazı restoranlarda espresso var ama o da 2 dolardan fazla ve asla iyi değil. Sabahları filtre kahve, akşamüstleri türk kahvesi, ooh! sefam olsun. 

Öğleden sonra belediye otobüsüne binip Cerro Campanario’ya gittim. Telesiege ile tepeye çıkınca göl, gölet ve dağların manzarası harika. Burada fotoğraf çekerken BA’den tatile gelen Laura ile tanışıyorum ve ertesi günü beraberce bisiklet kiralayıp etrafı gezebileceğimiz bir tur yapmaya karar veriyoruz. Sanırım biz küçük tur diye büyük turu yaptık. 27 km. git git bitmedi. 27 km. aslında çok değil bisikletle ama antrenmansız olunca turun sonuna doğru diller bir karış dışarıdaydı. Ama değdi valla. Geçtiğimiz her yer pastoral tabloları hatırlatıyor. Eh, bu kadar aktivite yeter deyip son günü biraz şehirde dolaşmaya birazda keyif yapmaya ayırıyorum. Bir hafta kalsanız her gün gidip görülecek yer var Bariloche’de. Ayrıca iki haftadır sayısız göl, lagün, dağ ve orman gördükten sonra bir yenisi farklı gelmemeye başladı. İnsanoğlu böyle nankör işte. Şehirde yaşarsın doğaya gitmek istersin, doğaya gidersin bir süre sonra ilgin azalır. 

Cerro Campanario'dan manzara

Laura ile bisiklet tuıru molasında
Bisiklet turundan manzara


Derken derken artık Arjantin'den ayrılmak zamanı geldi. Blogu 20 gün kadar aksatınca bugün oturdum Santiago'da bütün gün blog yazdım ve artık bittim. Şimdi Şili şarabım, balık konservesi ve avokado eşliğinde 
akşam yemeğini yemek için bana müsade.

Gelecek sayı; Uzun ince bir yoldayım.

Hiç yorum yok: