Çok insan Patagonya diye bir yerin hayali bir yer olduğunu
sanır nedense. Halbukisem Patagonya uçsuz bucaksız bir bölgenin adı Güney
Amerika’nın en güneyinde. Patagonya ile ilgili tek bilgimiz ‘Patagonya ordusu
ya da Patagonya Cumhuriyeti’ benzetmesidir. Nereden çıkmış bu laf, belli değil
ama bizim ordu söz konusu olunca ‘burası Patagonya ordusu değil’ ya da ters
giden bir şey olunca ‘Patagonya Cumhuriyetinde bile olmaz’ denir. Bilen varsa
beni de aydınlatsın bir zahmet.
|
El Chalten. Küçük güzeldir |
|
|
|
|
El Calafate’ye indik ama daha sonra dönmek üzere oradan 4
saat mesafede El Chalten’e geçtik hemen. El Chalten Tehuelche (bölgenin yerli
halkı) dilinde dumanlı dağ demekmiş. Neden dumanlı dağ? El Chalten’i bu kadar
meşhur kılan Fitz Roy dağı yüzünden. Fitz Roy adı nereden geliyor? Darwin’in
bölgeyi araştırması sırasında gemisinin kaptanlığını yapan ve bu dağı keşfeden
adam? Darwin kim? Ee! yetti ama onu da siz araştırın artık. Tarih dersi mi
yapıyoruz burada! Bizim El Chalten’deki misyonumuz Fitz Roy’a giden 22km.lik
parkuru yürüyerek dibine kadar gelmek. Biri tırmanmak mı dedi? Alın da resmine
bakın sonra konuşun. Kırk yıllık abaza bile tırmanamaz oraya.
|
Yakışıklı dağ vesselam |
Bu yürüyüşü
aralarında benim de olduğum beş kişi tamamlayabildi gruptan.
Aslında ben de pek emin değildim tamamlayacağımdan ama başardım. Zira son bir
km.lik kısmında keçi gibi tırmanmanız gerekiyor. Ama benim asıl sıkıntım sağ
dizim. Geçen yıldan beri hem travmaya bağlı kıkırdak hasarı hem de menüsküs
yırtığı var. Ama gel gör ki İstanbul’da mahallede yürürken bile ağrıyan dizin
burada maşallahı vardı. Demek seyahat sadece ruha değil bedene de iyi geliyor.
|
Viedma buzulu |
Ertesi gün ise Viedma buzulu üzerinde kramponlarla
yaptığımız yürüyüşte hepimiz çocuklar gibi şendik. Güzel bir hismiş buzulda
yürümek. Hele bir de yürüyüş sonunda rehberlerin ikram ettiği buzlu Baileysler
çok iyi geldi. Elbette buzu yanlarında taşımıyorlar. Kazmayı saplıyorlar
buzula, al sana istediğin kadar buz.
|
Buzulda renkler kopuyor |
İki günden sonra El Calafate’ye geri döndük. Sırada
Patagonya buzul kampının en büyük buzullarından olan (yaklaşık İstanbul kadar)
Perito Moreno buzulunu görücez. El Calafate, yerli dilinde bölgede yaygın
olarak bulunan çalılı bitki blueberryden alıyor adını. Öyle yenince tadı tuzu
yok ama marmeladı baya güzel. Valla ne yalan söyleyeyim, oldukça etkileyiciydi
o devasa buzulu karşımda görmek. Hele bir de buzuldan parçaların kırılması ve
çıkan ses daha da dramatik bir etki yaratıyor. Gerçi bizim şahit olduğumuz
kırılmalar küçüktü ama yine de güzeldi.
|
Perito Moreno buzulu |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Bence en büyük sanatçı doğa |
El Calafate’de buzul kadar etkileyici
bir diğer faaliyet ise akşam yediğimiz yemekti. Şehri tepeden gören Don Pichon
restoranında pişirilip küçük mangallarda servis edilen ve ye yiyebildiğin
karışık ızgara olayı zirve yaptı. Ayıptır söylemesi domuz gibi yedim valla.
Daha önce de yazmıştım, Arjantin et olayında nambır van. Param olsa arada uçağa
atlayıp Arjantin’e et yemeye gelmek isterdim arada : ))
|
Arjantinliler et işini biliyor valla |
El Chalten’den sonra yolumuz sınırı aşıp Şili’de Puerto
Natales’e yöneldi. Şili sınırını geçerken adamlar x-ray ile çantalarda
sebze-meyve veya et-süt ürünleri arıyorlar (daha sonraki sınır geçişimde
köpeklerle aradılar). Aman diyeyim bunları yanınızda taşıyıp başınıza iş
almayın ya da emin olmadığınız bir şeyler varsa yanınızda beyan edin. Sonra
durduk yerde ceza ödemeyesiniz. Puerto Natales Cem ve Cahit’in memleketi. Artık
oralı olmuş ikisi de. Cahit arsasını alıp evini dikmiş, Cem’in arsa alınmış ev
yapılmayı bekliyor. Ne diyelim darısı başımıza. Ne diye geziyorum bu kadar
sanıyorsunuz. Ben de kendime göre yaşayacak bir memleket arıyorum.
Puerto Natales’te gece konakladıktan sonra meşhur Torres del
Paine milli parkını gezmeye başladık. Bu parkın hakkı 4 günlük veya 9 günlük
trekkingle verilir aslında ama biz araçla muhtelif yerlerini gezip gördük.
Trekking yaparsanız ya kendi malzemenizi kendiniz taşıyorsunuz ya da parayı
bayılıp bir taşıyıcı kiralıyorsunuz. Çadırda veya dağ evinde (aklınıza öyle
İsviçre dağ evleri gelmesin, bir odada 4 ranza bulunan basit yerler buraları
ama geceliği 50 dolar) kalma opsiyonları var. İklim koşulları ise ne çıkarsa
bahtınıza artık. Güneş, yağmur, rüzgar hatta Marttan itibaren kar. Aynı gün
içinde dört mevsimi yaşayabilirsiniz. Bunlardan en fenası saatte 50 – 100 km
hızla esen rüzgarlar. Bu bölgede, birçok mağazada ‘viento muucho viento –
rüzgar, çook rüzgar’ baskılı tişörtler satılıyor.
|
Rüzgarın heykelini bile yapmışlar |
|
Torres del Paine Milli Parkından |
|
Parkta serbestçe gezinen guanacolar |
|
Tercera Baranca çiftliği |
Öğleden sonra, konaklayacağımız çiftlik
evi ‘Tercera Baranca’ya geldik. Göz alabildiğine büyük bir çiftlik arazisi
üzerinde eve yaklaşırken ‘istermisin şimdi dandik bir yer çıkarsa herkes kalayı
basacak diye biraz tırstım’ ama şimdiye kadar kaldığımız yerlerin en keyiflisi
çıktı burası. Kocaman odalar, şömineli bir salon, yanda yemek yeri, biraz ilerde
otlayan koyunlar, onların yanında Pepe amcanın akşam bizim için kestiği koyun, hemen
yanda birazdan tura çıkacağımız atların bulunduğu ağıl, karşıda Torres del
Paine dağı. Daha ne olsun yani. Buranın gauchoları yani kovboyları atları
hazırladı ve 2 saat gezdik çiftlikte. Grupta hiç kimse tecrübeli olmadığı için
fotoğrafları at üzerindeyken çekmek bana düştü. Eh işte 3-5 binmişliğimiz var.
Ben kendimi fotoğraf işine kaptırınca aklıma hemen at turu fotoğrafçısı olma
fikri geldi. Nasıl fikir ama! Kartvizitim bile hazır ‘Horseback Riding
Photographer Don Felix’. Felix adımın İspanyolcadaki karşılığı oluyor. Aslında
mutlunun tam karşılığı feliz ama isim olarak Felix kullanılıyor. Bazı yerlerde
isim soruyorlar, Mutlu’yu anlatana kadar canım çıkıyor. Ben de artık Felix
diyip işin içinden çıkıyorum.
|
Yeni kariyerim, at biniciliği fotoğrafçılığı |
|
Koyun 4 saattir pişiyor |
|
Marie Jesus servisten önce tadım yaparken yakalandı |
Akşam yemeği için kuzu odun ateşinde 4 saat piştikten sonra
hazır artık. Pepe amca kuzuyu servis için parçalıyor. Mutfakta Carmen teyze
var. Servisi de eko turizm öğrencisi stajyer Marie Jesus yapıyor. Şili’nin
meşhur Carmenere üzümlerinden yapılan şaraplarda açıldı. Oh! Yeme de yanında
yat. Öyle olmadı tabi.Yeyip öyle yattık. Lokum kıvamına gelmiş kuzu yarım saat içinde yok oldu.
Harika bir yemek oldu, bütün çalışanlar alkış aldı. Herkes yatmaya gittikten
sonra Carmen teyzeye yarın kahvaltıyı sekiz buçukta alabilir miyiz diye
soruyorum. İki kez tekrarlıyor sekiz buçuk mu diye ve neredeyse sevinçten
oynamaya başlıyor. Meğer gruplar genelde sabahın köründe tura başladığı için
teyzem sabahın beşinde kalkıp onlara kahvaltı hazırlıyormuş. Ben sekiz buçuk
deyince ilk defa normal bir saatte kalkacağı için çok sevinmiş. Bir de dedi ki,
gruplar gidip geliyormuş, ne selam ne sabah, ne teşekkür, bizim ilgimiz ve
tezahüratımız çok hoşlarına gitmiş. Ben ertesi günü bu durumu gruba aktarınca
ayrılırken herkes duygusallıktan durumu abartıp kırk yıllık dost gibi sarılarak
ayrıldı.
Akşam yatmadan önce Cem’le gökyüzünü seyrederken kendimizden
geçtik. Gözün alabildiğine hiç ışık yok etrafta. Ben teknelerde çalışırken
geceleri denizin ortasında güvertede yatıp bol yıldızlı geceler geçirdiğim çok
olmuştur ama bu kadar çok yıldızı bir arada görmedim hiç. O an o çiftlikte
kalıp yaşamayı o kadar çok istedim ki.
|
Torres del Paine dağı |
|
Torres del Paine milli parkından |
|
Torres del Paine milli parkından |
|
Torres del Paine milli parkından |
Çiftlik sefamız, kasabadan aldığımız domates, salatalık,
peynir ve zeytinle takviye olunca şahane bir kahvaltıyla sona erdi ve Torres
del Paine milli parkını gezmeye devam ettik bu günde. Ne desem, her insanı şair
yapabilecek kadar güzel manzaralarla dolu park. Ne kadar iyi fotoğraf
çekerseniz çekin o görüntüleri olduğu gibi aktarmanın imkanı yok. Zaten
fotoğraflarla bir yeri anlamak mümkün değil, orada olmak lazım. Ben Fb’a sadece
ağzınızı sulandırıp, buralara gelin diye sizi kışkırtmak için koyuyorum o
fotoları. Eh tabi, bir de ben gittim oralara duygusu da var galiba işin içinde.
Bu konu ilginç bir konu. Daha sonra bir başlık açıcam bu konuda.
|
Bu turu Cem kardeşimle beraber yaptık
|
Puerto Natales’ten sonra üç saat yolculukla Punta Arenas’a
vardık. Burada bir gece kaldıktan sonra Macellan boğazını 20 dakikalık (burası
boğazın en dar yeri) bir feribot geçişiyle aşıp Arjantin sınırına doğru yola
devam ettik. Her ne kadar soğuktan kıçımız donsa da güverteye çıkıp boğazı
süzmekten kendini alamıyor insan. Hoş bir duyguymuş Macellan boğazını geçmek.
Buradan Şili-Arjantin sınırına devam ediyoruz. Toplam 10 saat sürecek olan
yolculuğun hedefi dünyanın sonu (ya da başı) olan Tierra del Fuego – Ateş
Toprakları adasının başkenti olan ve dünyanın en güneyindeki şehri unvanına
sahip Ushuaia’ya ulaşmak. Yolda
yaşadığımız enteresan bir durumu paylaşmadan Ushuaia’yı anlatmak olmaz.
Grubumuzda bir Galatasaray fanatiği olan Mithat Bey şu Galatasaray – Real Madrid
maçını seyredebilsek akşam içkiler benden diyor ama göz alabildiğine ıssız
yollardan geçiyoruz. Ushuaia’ya iki saat kala bir kasabada kahve ve tuvalet
molası için durduk. O da ne Tv de Arjantin’in bir maçı var. Cem garsonla
konuştu ve kanal değiştirip maçı bulduk ama diğer maçı seyreden Arjantinli abiler
olduğu için iki dakika sonra kanal tekrar değişti. Hayal kırıklığı ile oradan ayrılacakken
garson üst katta da büyük ekran var orada seyredebilirsiniz deyince herkes
yukarı çıktı. Maçın ilk yarısı Galatasaray 2-0 mağlup ama maç iyi. Herkesin oy
birliği ile maçın seyredilip sonra gidilmesi karar alınınca Mithat Bey acayip
mutlu oldu. Üstelik Galatasaray’ın maçı 3-2 kazanması katmerli mutluluk oldu. Düşünün
Türkiye’den 5 saat geridesiniz, ıssız yollarda dünyanın sonuna doğru seyahat
ediyorsunuz, sıradan bir kasabada bir cafede duruyorsunuz tam da o saatte ve
orada ayrı salonlarda iki ayrı büyük ekran var. Valla Allahın sevgili kuluymuş
Mithat Bey.
|
Dünyanın Sonu Yolu |
Ushuaia’ya geç varınca ilk gece yemek ve tumba yatakla son
buldu. Ertesi gün Beagle kanalında tekne turu var. Beagle ismi Macellan’ın
bölgeyi keşfederken kullandığı teknenin adı. Küçük bir tekneyle limandan
ayrıldık. Buradan 1000 km. sonrası Antarktika. Antarktika’ya tur yapan
gemilerin çoğu buradan kalkıyor. Tur için limandan kalkan gemilere bakarken
insanın aklına ‘Ah o gemide ben de olsaydım, açık denizlere yol alsaydım’
şarkısı geliyor ama bu hayalin bedeli bir haftalık tur için minimum 5000
dolardan başlıyor. Neyse biz Patagonya hayaline devam edelim. Limandan
ayrıldıktan sonra küçük bir adacıkta yaşayan deniz aslanlarını görmek süperdi.
Hava şansımıza acayip güzel. Herkes güvertede, fotoğraf çekiyor. Oradan başka
bir adacığa gidildi, burada da foklar ve deniz aslanları var. İlerlerken adını
asla öğrenemediğim bir sürü kuş türü bir sardalye sürüsüne taarruza geçiyor. Ortam
NG belgeselleri gibi valla. Buradan da dünyanın en güneyindeki deniz fenerine
devam ediyoruz. 4 saat nasıl geçti kimse anlamadı.
|
Beagle kanalında foklar |
|
Beagle kanalında deniz aslanları |
|
Beraber mutlu mutlu yaşıyorlar |
Dünyanın sonunda olmanın bir bedeli var tabi. Her şey ateş
pahası. Restoranlar, turlar, ulaşım, alış-veriş kısacası her şey pahallı.
Ertesi günü Ateş Toprakları Milli Parkına yapacağımız tur için bir transfer
aracımız yok ama mesafe 12 km. ayarlarız 4 taksi gideriz diye düşünmüştük ama
bir taksi gidiş ve 4 saat sonra gelip bizi alarak dönüş için 90 dolar isteyince
dumur olduk. On iki on iki 24 km. 90 dolar. Yuh! Oraya giden otobüsler var ama o bile gidiş-dönüş 40 dolar. Park girişi 22 dolar. Yapacak bir şey yok, durum böyle. Park’ta
yaklaşık 4 saatlik güzel bir yürüyüş parkuru var. İç geçire geçire bu güzel
yürüyüşten sonra şehre dönüyoruz. Ushuaia yakışıklı bir şehir. Arkada tepeleri karla kaplı
dağlar, eteklerinde ormanlar ve önünde Beagle kanalı. Hava da güzel olunca çok
keyifli oluyor. Kışın da kayak yapmaya geliniyormuş buraya.
Grubu yolladıktan sonra, Hop hop hop! değiş tonton diyerek
backpacker kılığıma bürünüyorum. Artık o güzelim restoranlar, hoş oteller, özel
transferler dönemi sona erdi. Yine Ninja kaplumbağa gibi çantayı sırtlayıp
belediye otobüsleriyle, 20 saatlik yolculuklarla, onu mu yesem bunu mu yesem hesaplarıyla,
hostel dormlarında iç içe konaklamayla seyahate dönüş zamanı geldi. Şikayetçi miyim? Yo! Değilim
valla. Ama şunu fark ettim, artık daha yavaş gezmek istiyorum. Yaşlanıyor muyum
ne? Yok canım ne yaşlanması, daha hayatımın baharındayım. Ama hangi baharında
acaba : ))
Puerto Limon hostele nostalji duygusuyla gittim ama biraz
hayal kırıklığı oldu. Eski çalışanlar artık yok, hostel bakımsız kalmış iyice,
pek hoşuma gitmedi bu sefer. Çıkıp ilk olarak karaborsadan biraz dolar
bozduruyorum sonra foto makineme bakım yaptıracak bir teknik servis arıyorum.
Ama bu günün Cumartesi olduğunu unutmuşum. Burada Cumartesi birçok iş yeri
kapalı. Bu durumlarda Türkiye’yi aramıyor değilim. Zorlasan Pazar günü bile
sorununu çözecek bir yer bulursun bizim memlekette. Ya bahsetmedim daha önce değil mi? Her
çektiğim fotoğrafın sol üst köşesinde tüy, kıl gibi bir leke var ve kullanmak
istediğim her fotoğrafı ya orasında kesmem ya da retouch etmem gerekiyor.
Yüzlerce fotoğraf çektiğimi düşünürseniz başımda nasıl bir dert olduğunu tahmin
edersiniz. Geri zekalı Mutlu! İnsan bir kontrol etmez mi makineyi seyahate
çıkmazdan önce. Aslında makineyi yenilemediğime pişmanım. Makinem artık ölüyor
a dostlar! Ama napayım, dedim ya bu kış çok kötü geçti diye. Bu yaz sonunda ne
yapıp edip yine 2. el doğru dürüst bir makine almam lazım artık.
Açık bir yer bulamayınca garaja gidip Bariloche’ye bir bilet
alıyorum. Bariloche, BA’e 20 otobüsle 20 saat mesafe güneyde, Şili sınırına
yakın, göller bölgesinde çok güzel bir şehir. Şehir dediğime bakmayın, sağı-solu,
önü-arkası dağlarla, göllerle, ormanlarla çevrili pek güzel bir mekan. Arjantin’de
otobüs ulaşımı acayip pahallı. Uçak daha da pahallı tabi. 20 saat yol için yatar
koltuk fiyatı 180 dolares!! Tamam yeme, içme var otobüste, gayette konforlu ama
bu ne be kardeşim. Bilet satan abiyle biraz muhabbet edince bana indirim yapıyor,
karaborsada bozdurduğum pesolar sayesinde bilet bana 110 dolara mal oluyor. Pahallı
ama koltuklar çok geniş (aynı sırada 2+1 olmak üzere 3 koltuk var) ayak mesafesi de rahat, güzel filmler de var
videoda pek sıkıntı yaşamadan varıyorum Bariloche’ye. Kalacağım hostel merkezde
bir ticaret merkezinin 10. Katında olan Penthouse 1004. Rezervasyon yapmadan
önce ‘bir binanın içinde hostelde kalmak iyi bir fikir mi’ diye biraz
kararsızdım ama kalanların yorumlarını okuyunca burada kalmaya karar verdim.
İyi ki de öyle karar vermişim. Tamam binaya girip asansörle 10. Kata çıkıyorsunuz
ama manzara kopuyor. Kocaman bir balkonu var. Kaldığım odada bile göl manzarası
var ve şehri de tepeden görmek çok keyifli. Alın bakın işte.
|
Hostelden Nahuel Huapi gölü manzarası |
Ayrıca hostelde çalışan Any, Cecilla ve Clarins hem profesyonelce
götürüyorlar hosteli, hem de her konuda çok yardımseverler. Any, İsveçli ama 10
yıldır burada yaşıyor. Artık evi burası olmuş. Sohbet ederken konu kahveye
gelince türk kahvesini bir kere içtiğini ve çok sevdiğini söylüyor. Tatatata! Şapkadan
tavşan çıkaran sihirbaz gibi ben de çantamdan türk kahvesi ve cezvemi çıkarınca
şaşıp kalıyor. Geçen sefer kahve konusunda yaşadığım hayal kırıklığından ve
çektiğim acılardan sonra bu kez kahve konusunda sıkı önlemler aldım. Yanımda
küçük bir cezve, fincan, birkaç paket kurukahveci Mehmet efendi, küçük bir
frenchpress ve Kolombiya filtre kahveyle seyahat ediyorum. İyi ki de öyle
yapmışım, Arjantin idare eder ama Şili’de her yer instant kahve. Bazı
restoranlarda espresso var ama o da 2 dolardan fazla ve asla iyi değil. Sabahları
filtre kahve, akşamüstleri türk kahvesi, ooh! sefam olsun.
Öğleden sonra belediye otobüsüne binip Cerro Campanario’ya gittim.
Telesiege ile tepeye çıkınca göl, gölet ve dağların manzarası harika. Burada
fotoğraf çekerken BA’den tatile gelen Laura ile tanışıyorum ve ertesi günü
beraberce bisiklet kiralayıp etrafı gezebileceğimiz bir tur yapmaya karar
veriyoruz. Sanırım biz küçük tur diye büyük turu yaptık. 27 km. git git
bitmedi. 27 km. aslında çok değil bisikletle ama antrenmansız olunca turun
sonuna doğru diller bir karış dışarıdaydı. Ama değdi valla. Geçtiğimiz her yer
pastoral tabloları hatırlatıyor. Eh, bu kadar aktivite yeter deyip son günü
biraz şehirde dolaşmaya birazda keyif yapmaya ayırıyorum. Bir hafta kalsanız
her gün gidip görülecek yer var Bariloche’de. Ayrıca iki haftadır sayısız göl,
lagün, dağ ve orman gördükten sonra bir yenisi farklı gelmemeye başladı. İnsanoğlu
böyle nankör işte. Şehirde yaşarsın doğaya gitmek istersin, doğaya gidersin bir
süre sonra ilgin azalır.
|
Cerro Campanario'dan manzara |
|
Laura ile bisiklet tuıru molasında |
|
Bisiklet turundan manzara | | |
|
|
Derken derken artık Arjantin'den ayrılmak zamanı geldi. Blogu 20 gün kadar aksatınca bugün oturdum Santiago'da bütün gün blog yazdım ve artık bittim. Şimdi Şili şarabım, balık konservesi ve avokado eşliğinde
akşam yemeğini yemek için bana müsade.
Gelecek sayı; Uzun ince bir yoldayım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder