16 Mayıs 2011

İLLE DE MAÇU PİÇU (MU)..

Huachacina’dan sonra sırada Arequipa var. Peki Arequipa’da ne var? Dünyanın en derin kanyonu olan Colca Kanyonu var. Peki kanyonda ne var: Elinin körü var. Yetmez mi işte, kanyon işte, dağ, taş gezeceksiniz. Yani ben gezeceğim diyerek 10 saatlik gece yolculuğunun sonrasında erkenden hostele geldim. Sağ olsunlar hemen kahvaltı ikram ettiler ben de üstüne kahvemi içerken ‘Aa! Bu evvelsi gün turda yanımda oturan Lisa değil mi? Daha geçen akşam tur rehberi ile el ele geziyordu, bugünde buradaki oğlanla haşna fişne. Halbuki ne kadar sessiz ve kendi halinde gibi görünüyordu’. Bu işler hiç belli olmuyor arkadaşlar.

Neyse biz kendi işimize bakalım öyle değil mi: Öğleye kadar dinlenip, öğleden sonra şehir turunu yaptım. Tur esnasında gezme fırsatını bulduğum Santa Katalina manastırı gerçekten etkileyiciydi benim için. Normalde bir saatte gezilen manastır benim için 2 saatlik bir tur ve onlarca fotoğrafa dönüştü. Yapıldığı dönemde 400 rahibeyi barındıran mekanda halen 20 rahibe yaşamaya devam ediyor.



Yaşayan rahibeler

Akşam yemeği için meşhur Lonely Planet’e göz gezdirirken El Turco diye bir restorana rast gelmeyeyim mi. Kitapta oldukça iyi bahsedilmiş.. Yaşasın! Bu gece türk gecesi olacak. Baklava bile olduğuna göre rakı da vardır belki. Acıkmayı beklemeden fırladım dışarı. Yolda yiyeceğim yemekleri düşünürken bile ağzım sulandı (Mücver ailesi, hazırlıklı olun yakında dönüyorum)

Mücver Ev Yemekleri Lokantası leziz ve nefis yemekleri ile Türkgücü Caddesinde hemen köşede (Firuzağa kahvesi arkası) hizmetinizdedir. Mücver Lokantası. Yiyin, yidirin..
     Bu bir reklamdır.... Bu bir reklamdır.... Bu bir reklamdır... Bu bir reklamdır... Bu bir reklamdır...

Hele menüyü görünce ağzımın sulanması bir hezeyana ve titremeye dönüştü. Neler yok ki menüde. Döner, patlıcanlı Urfa, Adana, dolma, cacık öyle uzayıp gidiyor liste. Hemen patlıcanlı Urfa ve Cacık ısmarladım önden. Gerisine sonra karar veririm. Yaşasın geliyor yemekler. O da ne! Patlıcanlı Urfa diye gelen yemek basbayağı soslu baharatlı sulu köfte. Ya cacık? Cacık içler acısı. Hani şu kahvaltıda kullanılan yoğurda benze bir yoğurt dana gibi doğranmış bir dolu salatalıkla karıştırılmış ve üstüne de tuz basılmış, abuk subuk bir şey. Sevincim kursağımda kala kala zorla yedim yemekleri. Ucuzda değil hani. Adi herif, Türk lokantası diye abuk subuk bir yer açmış ama bir şekilde insanları kandırmayı başarıp bir mekan sahibi olmuş bu yetmemiş kardeşi de karşısında İstanbul diye kafe-bar açmış. 

Yemeğin sonuna doğru, döner ekmeği elinde, 30 yaşlarında, iri yarı, sarhoşluktan konuştuğu anlaşılmayan Perulu bir abi sandalyeyi işaret ederek oturmak için izin istedi. Ben de aynı sandalyeyi işaret edip başımı sallayarak isteğini onayladım. İşte ne olduysa bundan sonra oldu arkadaşlar. Devamı az sonra.

Az sonra. Abi hemen klasik sorulara başladı. Nerden gelirsin, nereye gidersin, ne iş yaparsın filan filan. Bunlara Türkiye’denim deyince önce ‘Haa! Türkiya’ diyorlar arkasından gözlerde bir soru işareti oluşuyor. Ulan bu Türkiya neresiydi, ya? Anlatıyoruz tabi her seferinde. Bir tek futbolla ilgilenenler hemen sayıyor takımları, Fenerbahçe, Galatasaray, Beşiktaş diye. Neyse abi de maden mühendisiymiş, Haziranda kız arkadaşından çocuğu olacakmış (evlenmeden oluyor buralarda) ama ailesi bunu istemiyormuş ama bu yanlış bir şey yapmamışmış. Sen onu külahıma anlat. Neyse ben hesabı istedim, bu hemen atladı ben ödiycem diye. Ya yok, ben öderim kardeşim yediğimi deyince, bir bozuldu, bir bozuldu çok kabalık yapmış gibi hissettim. Peki o halde ısmarla bi espressocuk bakalım diyerek gönlünü aldım. Abinin konuşma dozunda hiç azalma yok.Tabi bu arada, anlattıklarının yarısından çoğunu anlamıyorum. Si, si, claro filan diyip bir yandan başımla onaylayıp anlamış gibi yapıyorum. Belli ki birileriyle konuşmaya ihtiyacı var kardeşin. Hadi, sigara içmeye çıkıyorum ben diyip yırtmaya çalışınca bu da benle beraber çıkıyor ve sana bir içki ısmarlayayım diyerek benimle yürüyor. İçelim bari. 

Bir iki yere alınmıyoruz abinin sarhoşluğundan. Sonra boş bir bar bulup dalıyoruz. Boş dedimse 7-8 kişi var yine de. Adı Alberto bu arada abibin. Alberto kendisine viski söyledi ben de Pisco Sour. Pisco, Peru’nun milli içkisi. İtalyanların Grappa benzeri üzümden yapılan sert bir içki. Pisco Sour ise bu içkinin, limon suyu, şeker ve yumurta beyazı karıştırılmış hali. Viva Pisco Sour! 

Roberto anlattıkça anlatmaya ben de si, ah! si (öyle mi) deyip kafamı sallamaya devam ediyorum. Yalnız anlattıkça Roberto’nun kıza abuk bir şeyler yaptığını anlamaya başlıyorum. Sanırım bu hıyar kıza şiddet kullanmış. Biraz üstüne gidince gardı düşüyor ve pişmanlık ifadesi yüzünü kaplıyor. Yeni içkiler geliyor. Roberta duygusallaşıyor. Benim çenem açılmaya başlıyor ki bir açılmaya görsün. Ortam kalabalıklaşıyor. Müziğin sesi artıyor. Roberta hala anlatmaya devam ediyor. Roberto elimi tutuyor (yok len öyle değil). Roberto’nun gözleri sulanıyor. Ben Roberto’nun sırtını sıvazlıyorum. Roberto kendini tutmaya çalışıyor ağlamamak için. Ben ‘Roberto, olur böyle şeyler, hepimiz hata yaparız ama hepimiz değişebilir ve hatalarımızı affettirebiliriz yeter ki ders almış olalım diyerekten sırtını sıvazlamaya devam ediyorum. Roberto, güçlü olmalıyım, ağlamamalıyım diyor. Ben de asıl güçlü olmak herkesin ortasında duygularını göstermektir diyorum. Ve... Roberto kopuyor. Omzuma yaslanıp ağlamaya başlıyor. Garson neler oluyor diye bakıyor. Ben de napayım, işte teselli ediyoruz manasında kaş-göz işareti yapıyorum.Roberto hıçkırıklar içinde omuzumda, ben Roberto’ya sarılmış durumda garip bir görüntü oluşturuyoruz müziğin eşliğinde. 

Roberto’yu banyoya yolluyorum. Döndüğünde Roberto biraz rahatlamış görünüyor. Ben de ortamı dönüştürmek için ‘Ulen Roberto, etrafta bir sürü kız var biz hala erkek erkeğe sohbet ediyoruz’ diyorum. Roberto dans eden dört kızın yanına gidiyor. Bu arada Peru’nun kızları Kolombiyalılar kadar cazibeli olmasalar da oldukça ateşliler. İlgililerin bilgisine. Sonra bir şişe viski söylüyor, kızlarla beni tanıştırıyor ve dans etmeye başlıyoruz. Güney Amerika’da içki davetini ret eden kız sayısı çok azdır sanırım. İçkiyi söyleyip tanışıyorsunuz ve dans ediyorsunuz. Ama sonrası içkiye değil sizin kabiliyetinize bağlı. Alberto’nun sarhoşluğu kızları kaçırıyor. Ondan sonra tanıştıklarımızı da. 

Müzik kulüp müziğine dönüşüyor. Ortalık kalabalıktan kıpırdanamaz hale geliyor. Üst kata çıkıp dans ediyorum. Yine Roberto,elinde bir viski sallana sallana bana doğru geliyor. Bardağını DJ kabinin üzerine bırakıp kabinin arkasına geçiyor. Ne yapıyor orada diye seğirtiyorum kabinin arkasına. Roberta kusuyor. İçkisi bana kalıyor. Artık ben de sarhoşum. Biraz dans edip sonra Roberto’yu arıyorum. Yok. Barda peçeteye mail adresimi yazıp vermiştim. Kaybetmediyse bana ulaşır sanırım. Bu arada benim pil bitiyor. Elimi kolumu sallayarak girdiğim kapıda, badigardlar ve içeri girmeyi bekleyen onlarca insan var. Hostele dönerken bütün mekanların dolu olduğunu görüyorum ama her şey flu benim için. Hostele yaklaştığımda sarhoş bir İngiliz çift görüyorum kaldırımda. Oğlan, kız arkadaşının çok sarhoş olduğunu, hostellerini bulamadığını söylüyor. Ben sizi götüreyim diyorum. Hostelleri 50 metre ilerde bu arada : )) Bana minnettar kalıp giriyorlar içeri. Ben de yatakhanemde beni bekleyen boş yatağıma doğru ağır adımlarla ilerliyorum. Ama dik bir şekilde. Başım tabii..

Sabah berbat bir şekilde uyanıyorum. Neyse kahvaltı, kahve derken açılıp kendime program yapmaya çalışıyorum. Burada bir Colca Kanyonu var, dünyanın en derin kanyonuymuş. Yok ya, kanyon geçmeye niyetim yok. Benim gibi tembeller için minibüsle yapılan 2 günlük bir tur var. Köylere, kasabalara, seyir yerlerine filan minibüsle gidiyorsun. Bir de yukarıdan kanyonu ve meşhur uçan dev Kondor kuşlarını görüyorsun.

Colca Kanyonu

Ertesi gün, bu tura kayıt yaptırıyorum bir acentede. A! Bir öğreniyorum ki dört kişi daha kayıt yaptırmış bizim hostelden. Bugün gelen iki İngiliz kızı da bizim acenteyle gelmeleri için ikna ediyorum. Olduk mu yedi. Bir Alman kız var başka bir tura yazılmış. Onu da turu değiştirebileceğine inandırıyorum ve değiştiriyor. Bir de dün gece gelen sırık bir Hollandalı kız var. Meğer O da aynı acenteden tur almış. 9 kişi birden tura çıkıyoruz ertesi sabah. Herkes tanışınca daha iyi oluyor. İlk gün muhteşem yaylalardan, ufacık kasaba ve köylerden geçiyoruz. Hayatımda ilk defa Alpaka görüyorum. Alpakalar lamaların kuzeni Lamaların kulak ve kuyrukları Alpakalara göre daha uzun. Alpakaların etinden de sütünden de faydalanılıyor. Ben de faydalanıyorum valla öğlen yemeğinde. Alpaka buraların koyunu işte napalım ya.

Ay, yerim ben bunu (yedim ama bunu değil, büyüğünü)

Ertesi günü garantili kondor kuşunu görme noktasına gidiyoruz ve görüyoruz da. Saat 12 gibi olduğunda tepenizden geçerken gölgeleri tüm bedeninizi karanlığa boğuyor. Kondorları da gördükten sonra Arequipa’ya dönüyoruz.

Kondor kuşu acayip bi şey

Döndükten iki saat sonra gruptan ben, Kelly ve Cat akşam otobüsü ile Cusco’ya doğru yola çıkıyoruz. Bu otobüs diğerleri kadar konforlu değil ama ucuz. Hele birde boş ikili koltuk bulursanız benim gibi mışıl mışıl uyuyorsunuz. Sabah yedide Cusco’dayız. Ben gerinerek uyanıyorum, kızlar uyuyamamış sarsıntıdan (katlı otobüslerin ikinci katı daha çok sallanıyor bu arada). E, ne de olsa benim 15 yaşımdan beri gece otobüs yolculuğu deneyimim var.

Cusco'nun Taksimi (tamam bu son benzetme)

Öğlen yemeği için buluşmak üzere, onlar hostellerine, ben hostelıme doğru uzuyoruz. Öğlen bunları bekliyorum. Gelen giden yok. (Hostele dönünce öğreniyorum ki uyuya kalmışlar ve geç kalmışlar) Beklerken Japon kız Nirega ile tanışıyorum. Abla hemşire, O da bir çok seyyah gibi işini bırakıp seyahate çıkmış İspanyolca yok, İngilizce az, üstelik tek başına gayet güzel geziyor vallahi. Öğlen yalnız yemeğe niyetim yok. Nirega’ya soruyorum gelir misin diye. Gelirim diyor. Sevimli ve ucuz restoran buluyoruz. Nirega lokal yemekler olduğuna seviniyor. Dil sorunu olduğundan pek bilememiş lokal yemekleri. Neyse ben yardım ediyorum seçmesine. Artık kaşar olduk ya buralarda.. Nirega her şeye gülüyor. Japonların pek şikayetçi olduğunu görmedim valla. En azından tatildeyken. Her şeyi sabır, hoşgörü ve beğeni içinde karşılıyorlar.Bundan sonraki tur Japonya mı olsa acep. Yok ya, çok pahallı oraya gitmek. Hem sırada Afrika var daha.

İngiliz olmazsa Japon da olur 

Cusco şahane bir şehir. Tek sorunu fazla turistik olması. Peru’ya gelen herkes Machu Pichu’ya gidiyor. Oraya gitmek içinde buraya geliyor. Sokakta 15 dakika bir satıcının tacizine uğramadan yürümek mümkün değil. Benim de yarın bu Maçu Piçu için araştırma yapmam lazım.

Cusco hoş şehir

Yarın oldu varsayalım. Araştırmayı yaptım ama moralim bozuldu resmen. Giriş 45 dolar. Hadi bunu verelim ancak Maçu’ya yol yok Sadece tren var. 4 saatlik yol için gidiş-dönüş 100 dolar. Yuhhh artık. Yuh! Bunun adı fırsatçılık hatta soygun resmen. Dünyanın en pahallı tren yolculuğu olsa gerek. Olay bu kadarla da bitmiyor. Trenle Aquas Calientes denen bir kasabaya ulaşıyorsunuz ve saat geç olduğu için bir gece kalmak gerek. Burasıda turizm için kurulmuş stüdyo gibi bir yer. Elbette burada da adamı bir güzel söğüşlüyorlar. Kısacası, Maçu Piçu’yu 3 saat gezmek için 200 dolar ve 2 gün gerekiyor. Peki görmesek ne olur? Hacca gidip Kabe’yi görmemekle eş değer karşılanıyor bu durum turistler arasında. Bir utanç durumu adeta. Acaba, gitmesem ve sorulursa gittim desem. Bir belgeselde görmüştüm neye benzediğini, sallarım bi şeyler. Gitmedim neticede. Ama bir nedenim daha var. Nasılsa bir tur getiririm ve bedavaya mis gibi gezerim (2 sene sonra turla geldim netekim) . Hehehe, olacak o kadar artık. Ben her ay tıkır tıkır maaşını alan zümreden değilim, bu kıyakları da çok görmeyin yani.

Machu Pichu'ya gitmemenin dayanılmaz hafifliği içinde akşam bir Japon, bir türk, iki ingiliz ve bir malezyalı buluşup yemek yedikten sonra O Km. diye bir bara gittik. Buralarda 2x1 uygulaması çok yaygın. Ben keyiften iki Pisco Sour söyledim. Diğerleri sadece birer içki söyledi. 5 metrekarelik sahnede bateri dahil olmak üzere 6 müzisyen var. Biz sahne önünde oturuyoruz ve bas gitarın kuyruğu benim kafamın üzerinde dolaşıyor. Grup fena değil, her telden çalıyor. Adı Poçangaymış. Anlamını soruyorlar, bilen var mı diye. Ben, bizde Paçanga böreği var diyorum ve bir sessizlik oluyor önce sonra gülüyor herkes. Diğer 4 kişi bir saat sonra kalkarken ben 2x1 mohitomu şöylemiş, ayaklanıp dans etmeye başlıyorum. Bu Peru bayağı kıyak bir memleket valla.

Ertesi günü, madem Maçu’ya gitmedim, bari bir atraksiyon yapayım diyerekten halk otobüsüyle 1 dolara Pisac’a gidiyorum. Ah! Ne iyi etmişimde gelmişim. Akşam Bolivya’ya otobüs biletini almamış olsam kalırım bir gece valla. Turistik bir yer sayılabilir ama kimse bunu gözünüze sokmuyor. Kasabada estetik anlayışı çok yüksek. Hayat telaşsız ve insanlar çok mülayim.

Pisac'ta hayat huzurlu

Karnım acıkıyor. Etrafta bakınırken adı benim adıma benzediği için (Mullu ama Muyyu diye okunuyor) bir restorana dalıyorum. Menüyü alıyorum elime ve yüzüm buruşuyor. Fiyatlar 10 TL den başlıyor. Füzyon menüsüymüş. 10 liraya füzyon yemek mi yenir kardeşim, adam mı soyuyorsunuz! Buralarda böyle vallahi : ) Tam çıkacakken süper sevimli şef geliyor ve anlatmaya başlıyor. O anlattıkça benim ağzımın suları akıyor ve oturup ‘Erderberry ve yöresel bir meyvenin sosu ile sunulan, kımızı şarap sosunda pişirilmiş Alpaka eti ve garnitür olarak And dağlarının peyniri ile karıştırılmış patates püresi söylüyorum. Sonra önüme gelen bu sanat eserini önce fotoğraflayıp sonra bir güzel götürüyorum. Al işte, 10 liraya mutluluk. Gel vatandaş geel! 10 liraya mutluluk Pisac’ta!

Peru füzyonu
Akşam üzeri Cusco’ya dönüp gece 10 otobüsüne binerek 12 saatlik Bolivya yolculuğuna başlıyorum. Direk otobüs diye satın aldığım biletime rağmen otobüs sabahın beşinde sınır şehri olan Pino’da duruyor ve ben iki saat garajda bekledikten sonra bir başka otobüsle Peru-Bolivya sınırına gidiyorum. Klasik durumlar yine. Damga kuyruğu, üç kağıtçı taksici ve ayaklı döviz büroları, bir sınırdan diğerine yürümeler filan. Saat 11 de Bolivya’da Copa Cabana’dayım. Copa Cabana Brezilyada mı? Bilemem artık, gelecek sayıyı okuyun..

Hiç yorum yok: